
Kütübü Sitte Fitneler Bölümü
UMUMİ AÇIKLAMA
Fitne, insanlık tarihinin, Peygamberimiz ( aleyhissalâtu vesselâm)´ den
sonra kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde en bariz
kaderlerinden biri olduğu için Resûlullah pek çok hadisleriyle uyarıda
bulunmuştur. Hadis kitaplarında mutlaka yer alan bölümlerden biri
Kitabu´lfiten´dir. Ebu´l-Fida İbnu Kesir, bu hadisleri en-Nihaye ev
el-Fiten ve´l-Melahim adlı bir kitapta toplamıştır.[1] Zamanımız,
hadislerde haber verilen bütün fitnelerin yaşandığı bir devredir. Çünkü
fitneyi kısaca dahilî kargaşa olarak anlarsak, artık İslam âlemi dış
oyunların tuzağına düşerek, cihad mânasında, küffara karşı savaş
dönemini hemen hemen kapamış, Müslümanların birbirleriyle kavgasına
dönüşen dahilî kargaşalar vetiresine girmiştir. Şu halde, fitne nedir ve
ne değildir, fitne sırasında takip edilecek tavır hususunda ne gibi
İlahi düsturlar varid olmuştur bilmek her zamankinden daha büyük, daha
zaruri bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu sebeple, bu bölümde açıklamaları
biraz daha geniş tutacağız.[2]
FİTNE :
Din alimlerince, dinimize umumiyetle sınama ve imtihan olarak aktarılan
bu kelime aslında altın ve gümüşü, yabancı maddelerden temizleyip saf
olarak elde etmek için ateşe sokup eritmeye denmiştir. İyiliği ve
kötülüğü belli olmak için insana edilen muamele ve ibtilaya da bu
asıldan alınmış olarak fitne denir. Kelime zamanla çok daha geniş
mânalar kazanarak iptila, imtihan, tecrübe mânalarına, insanın ateşe
atılıp azap edilmesi vs. mânalarına da kullanılmıştır.
İbnu´l-Arabî bu kelimenin “tecrübe” ( ihtibar), mihnet, mal, evlad,
küfür, insanların fikir ayrılıklarına düşmeleri, ateşte yakmak gibi
çeşitli mânalara geldiğini belirtir.
Fitne kelimesinin, gerek Kur´an´da gerekse hadislerde, söylenenlere
ilaveten günah, saptırma, sapıtma, cünun ( delilik) rezalet ( faziha),
insanların birbirlerini öldürmesi, katl, ateşte yakarak azab vermek
gibi çok değişik mânalarda kullanıldığı muteber kaynaklarda şahitleriyle
belirtilir. Aliyyü´l-Kârî, bozuk akideye de fitne dendiğini ayrıca
belirtir.
Hülasa bu kelime, lügat açısından bidayette, tecrübe ve mihnet
mânalarını taşıdı ise de, zamanla her çeşit fena ve mekruh şeye ıtlak
edilmiştir.
Bu kelime üzerine İmam Birgivî´nin kaydettiği açıklama, onun ifade
ettiği mânanın genişliğini daha iyi gösterir. Der ki : “Fitne,
insanları meşru bir faide olmaksızın ızdıraba, ihtilale, ihtilafa,
mihnet ve belaya düşürmektir. Kalbin afetlerinin 48´incisidir. Cemaat
imamının namazı uzatması, halka anlayamayacağı çapraşık ve kapalı dil
ile hitap etmesi fitnelerdendir.
“Fitne kelimesinin buraya kadar sayılan mânaların birçoğuna delalet ettiğini Kur´an-ı Kerim´de görmekteyiz, mesela : [3]
Saptırma : “İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (
ötekini berikini saptırmak) için ( Kur´an´ın) müteşabih âyetlerine tabi
olurlar” ( Âl-i İmran 7, İsra 73).[4]
İmtihan : “Biz onlardan ( insanlardan) kimini kimi ile.. işte böyle
imtihan ettik” ( En´am 53. Ayrıca Bak. Taha 85; Sâd 34, Ankebut 3.)[5]
AZAB : “Davud sandı ki, biz kendisine bir azab hazırladık…” ( Sad 24)[6]
Yakmak : “Mü´minler, münafıklara : “…Siz kendinizi kendiniz yaktınız” derler” ( Hadid 14).[7]
İşkence : “Rabbin, işkence edildikten sonra hicret edip sonra cihad ve sabır edenlerin lehindedir” ( Nahl 110).[8]
Fenalık Yapmak : “Kafirlerin size fenalık yapmalarından korkuyorsanız…” ( Nisa 101).[9]
Belaya Uğratmak : “Hakikat, erkek mü´minlerle kadın mü´minleri belaya uğratanlar…” ( Bürûc 10).[10]
Delilik : “Delilik hanginizde imiş ” ( Kalem 6).[11]
Şirk Ve Tefrika : “Fitneden yani ( şirk ve tefrikadan) eser
kalmayıncaya din de ( şunun bunun değil, yalnız) Allah´ın ( dini
tanınmış) oluncaya kadar onlarla savaşın…” ( Bakara 193).[12]
Kargaşa ( Ölümü Temenni Ettiren Hal) : “Onları ( size harp açanları)
nerede bulursanız öldürün, onları, sizi çıkardıkları yerden (
Mekke´den) çıkarın. Fitne ( ölümü temenni ettiren hal) katilden
beterdir” ( Bakara 191).[13]
İman Zayıflığı-Küfür : “Kafir olanlar bile birbirlerinin
yardımcılarıdır, eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ( iman
zayıflığı, küfür) ve büyük bir fesad olur” ( Enfal 73).[14]
İsyan-Muhalefet : “Onlardan kimi de : “…Bana izin ver, beni
fitneye ( isyana, muhalefete) düşürme” diyecektir. Haberin olsun ki,
onlar zaten fitne çukuruna düşmüşlerdir” ( Tevbe 49).[15]
KİŞİNİN FİTNESİ :
Fitne kelimesinin taşıdığı bu çeşitli mânalar, aslında, birbirinden
tamamen uzak değildir. Birçoğu birbirine yakındır ve ebedî bir hayat
içinde ve tekamülden geçmek üzere yaratılmış bulunan insanın imtihanında
düğümlenmektedir. Yani insan bir imtihan için yaratılmıştır ( Mülk 2).
O, çeşitli şekillerde, hayırlaşerle ( Enbiya 35); bollukladarlıkla,
hastalıklasağlıkla ( Bakara 155), dünyevî derece ve nimetlerde üstünlük
ve alçaklıkla ( En´am 165) vs. imtihan edilmektedir. Maruz kaldığı
imtihanların hepsi, Kur´an ve hadisin dilinde “fitne”dir, yani
imtihandır. “( Ey iman edenler) mallarınız, evladlarınız herhalde sizin
için bir fitnedir ( imtihandır) …” ( Tegâbün, 15). Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm) de şöyle buyurur : “Kişinin fitnesi,
ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bu fitneyi,
oruç, namaz, sadaka, emr-i bi´lma´ruf ve nehy-i ani´lmünker ( yani
iyiliği emir, kötülükten men etmek) yollarıyla örter ( telafi eder).”
Burada fitne olarak tavsif edilen mal, nefis, evlad gibi şeyler diğer
hadislerde düşman ve hatta en büyük düşman olarak tavsif edilir :
“Öldürdüğün takdirde, senin için bir nur olan, seni öldürdüğü takdirde (
şehadetine sebep olarak) cennete gönderen düşman değildir. Hakiki ve
en büyük düşmanın kendi sulbünden gelen evladın, sonra tasarrufun
altında bulunan malındır.”
Şu hadiste ise bu sayılanlar arasında birinci planda nefsin yer aldığı,
kişinin afaki, dış hadisatta boğularak kendini unutmaması, ruhunu güzel
ahlak, iyi niyet, hayırhahlık gibi faziletlerle tezyin edip, kötü
huylarını baskı ve kontrol altına alması için mücadeleye çağırır :
“Senin en büyük düşmanın, içindeki nefsindir.”
Allah´ın verdiği her çeşit nimet ( sağlık, mal, mülk, evlad…)
mü´minin vermekte olduğu imtihanı kazanmasına vesile olursa, bunlar
gerçek mânada nimet olur. Aksi takdirde, düşmandır. İnananların bu mühim
hakikattan gafil olmamaları için, Kur´an ve hadiste çok çarpıcı
ifadelerle dikkatler çekilir. Mesela bir ayette : “Ey iman edenler,
eşlerinizin, evlatlarınızın içinde hakikaten size düşman ( olanlar) da
var. O halde onlardan sakının” ( Tegâbün, 14) denmektedir.
Şu ayet de mal ve evladın nasıl düşman olabileceğini açıklar : “Ey
iman edenler, sizi ne mallarınız, ne evladlarınız Allah´ın zikrinden
alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta
kendileridir” ( Münafıkûn 9).
Bu bahsi, Abdullah İbnu Ömer´in bir sözü ile noktalayabiliriz :
“Sizden hiç kimse “Ya Rabbi, fitneden ( imtihandan) sana sığınıyorum”
demesin. Zîra, sizden hiç kimse fitnenin ( imtihanın) dışında kalmaz.
Ancak istiazede bulunan kimse fitnenin şerrinden ( muhtemel maddî ve
manevî zararlarından) istiazede bulunsun. Nitekim Cenab-ı Hak :
“Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitnedir” buyuruyor.” Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu hadisinde de kaçınılması
mümkün olmayan, ancak alınacak tedbirlerle zararı asgariye
düşürülebilecek bir fitneden söz edildiği görülmektedir : “Ben,
arkamda, erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmıyorum.”
Kişinin nefsî meseleleriyle alakalı bu açıklamalar, esas mevzumuzdan
uzaklaşma sayılmamalıdır. Zîra ileriki bahislerde daha iyi görüleceği
üzere, cemiyeti kasıp kavuran asıl fitnenin sebebini, kişinin
ailesindeki fitneyi ( imtihanı) hafife alması ve bu küçük dairedeki
imtihanı kaybetmesi teşkil etmektedir.[16]
İÇTİMÂÎ KARGAŞA ( ANARŞİ) OLARAK FİTNE :
Fitne kelimesinin lügat ve örf yönünden taşıdığı mânalara kısa bir
dikkat çektikten sonra, asıl mevzumuzu teşkil eden içtimâî kargaşa
yönünü ele alacağız.
Fitne kelimesi dilimizde daha ziyade içtimâî bozuklukları ifade eder.
Arapça aslında mevcut olan delilik, günah, imtihan, ateşe atma gibi
bizzat Kur´an´da kullanılmış olan birkısım mânalarını dilimize geçerken
kaybetmiştir. Fitne deyince ilk akla gelen mâna, beşerî huzursuzluk,
bozgun, kavga, kargaşa, birbirine girme, dedikodu, fesad gibi insanlar
arasında cereyan eden menfî hâdiselerdir.
Meşhur dilcimiz Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügatinde bu kelimeye, Arapça
lügatlerde belirtilen -ki yukarıda kaydettik- mânaları verir. Ancak
fiiliyatta, Arapça aslında bütün mânalarıyla kullanılması Türkçemizde
pek yaygın değildir. Nitekim diğer bir lügatta “azdırma, baştan çıkarma,
karışıklık, ara bozma” gibi birbirine yakın mânalara yer verilir.
Kur´an ve sünnetin mükerrer beyanlarla üzerinde durup reddettikleri
fitne, bu fitnedir, bütün cemiyetin ferdlerine sirayet edip kardeşlik,
yardımlaşma, birbirini sevip sayma gibi iyi münasebetleri bozup,
bunların yerine düşmanlık, kin, husumet, kavga, katl gibi, içtimâî
huzuru, ümmet ve millet bütünlüğünü bozucu mahiyette olan fitnedir.
Hemen kaydedelim ki, yeri geldikçe belirtileceği üzere, alimlerimizce
ehl-i kıble tabir edilen ve Ehl-i Sünnet dışında kalan diğer fırkalarla
düşülen ihtilaflar da “fitne” mefhumunun şümûlüne girer. Fitneye karşı
beyan edilen her çeşit yasak, tahdit ve tehditler bu çeşit ehl-i bid´a
fırkaları için de muteberdir.
Yine ileriki bahislerde görüleceği üzere, hadislerde ısrarla
bulaşılmaması istenen ve fıkıh açısından bir kısım ahkama menşe ve merci
olan fitnenin daha has bir mânası vardır. Burada onu da belirtmemiz
gerekir. Vereceğimiz bu mâna, mesele üzerinde ortaya atılan değişik
görüşlerden, cumhur denen ekseriyetin görüşüdür : “Fitne, dünyevî
iktidar talebiyle düşülen ihtilaf olup, bu ihtilafta kimin haklı kimin
haksız olduğu belli değildir.” Bu tarifle içtimâî kargaşalardan bir
kısmı -teknik tabiriyle bağy ( isyan), irtidat ( dinden dönme) ve
kat´u´ttarik ( yol kesme) denen- diğer bir kısım kargaşalardan ayrılmış
oluyor. Bunlardan her birine terettüp eden ahkam farklı olmaktadır,
yeri geldikçe göreceğiz.
Şu halde, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde geliş
şartları ve evsafı belirtilen, çıktığı zaman nasıl hareket edilmesi
gerektiği mü´minlere bildirilen, önleme ve ortadan kaldırma çareleri
bütün teferruatıyla açıklanan asıl fitne bu fitnedir. Keza Kur´an-ı
Kerim´de : “Öyle bir fitneden sakının ki ( geldiği zaman) içinizden
yalnız zulmedenlere çatmaz ( ammeye de sirayet eder ve hepsini perişan
eder)” ( Enfal 25) ayetinde kastedilen fitne de bu fitnedir.
İşte bu sebepledir ki, müteakip hadislerde bu fitne mevzubahis olacak, bu fitneyle alâkalı tahliller yapılacaktır.[17]
FESAD :
Bu kelime lügat açısından bir şeyin itidal ve ölçüden dışarı çıkmasını
ifade eder. Bu çıkış az da olsa çok da olsa fesad diye ifade edilir.
Zıddı salahdır, düzeltme ve ıslah etmedir. Kelime sadece mânevî sahada
değil, maddî sahada da kullanılır. Nefis olsun, beden olsun, eşya olsun
istikametten ayrılan her şeyi ifade için bu kelime kullanılır.
Kur´an-ı Kerim´de bu kelimenin ve bu kelimeden türeyen başka
kelimelerin, fitne gibi çeşitli mânalarda olmasa bile sıkça
kullanıldığına şahit olmaktayız. Bir-iki misal verelim : “Kendilerine
yeryüzünde fesat yapmayın denildiği zaman “biz ancak ıslah edicileriz”
derler” ( Bakara 11).
“Yeryüzünde -o, ıslah edildikten sonra da- fesadçılık etmeyin. O´na (
Cenab-ı Hakk´a) korkarak ve umarak dua edin” ( A´raf 56).
“Eğer ( yer ve gök) her ikisinde Allah´ tan başka tanrılar olsaydı,
bunların ikisi de muhakkak ki fesada uğrar, ( harap olur) giderdi” (
Enbiya 22).
“O, yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesat çıkarmaya, ekini ve
zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez” ( Bakara 205).
“Eğer Hak onların heva ( ve heves)lerine tabi olsaydı, göklerde, yerde
ve bunların içinde bulunanlar muhakkak ki fesada uğrardı” ( Mü´minûn
71).[18]
HERC :
Bazı rivayetlerde aslen Habeşçe olduğu ve katl ( öldürme) mânasına
geldiği ( Buharî, Fiten 5) belirtilen bu kelime için, Cevherî : “Herc
kelimesi, lügat açısından, bir şeyde çokluk mânasına gelir” der. İbnu
Hacer, bu kelimenin kullanıldığı mânaların dokuza çıktığını
el-Muhkem´den naklen belirttikten sonra hepsini kaydeder. Fitne kelimesi
ile alakasını anlamamıza yardım edecek olan bu dokuz mânaya bir göz
atalım :
1- Katlde şiddet,
2- Katlde çokluk,
3- İhtilat ( kargaşa)
4- Ahirzamanda ortaya çıkacak fitne,
5- Nikahda çokluk,
6- Yalanda çokluk,
7- Uykuda çokluk,
8- Uykuda görülen düzensiz, karmakarışık rüyalar,
9- Bir şeyde düzgünlük, sağlamlık gibi mükemmelliğin bulunmayışı.
Buharî şarihlerinden Aynî, bu kelimenin Arapça ihtilât ( kargaşa)
mânasına geldiğini belirttikten ve kelimedeki bu mânayı tebarüz ettirip
vurguladıktan sonra, herç kelimesinin katl mânasındaki tefsirini
Habeşçe´ye nisbet edenlerin hata ettiklerine temas eder ve kesin bir
dille : “Bu kelime hakiki Arapça bir kelimedir” der.
Teferruat bir tarafa, gerçek olan şu ki, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm) bu kelimeyi, kendisinin ölümünden sonra, İslam cemiyetinde
çıkacak ve galip vasfıyla mü´minlerin birbirlerini çokça öldürmeleri
şeklinde tezahür edecek olan içtimaî bozuklukları haber vermek
maksadıyla sıkça kullanmıştır. Bir başka ifadeyle, fitne kelimesi ile,
katl dahil her çeşit içtimâî bozukluklar kastedilirken; herç kelimesiyle
de, içtimâî bozuklukların dahilî kırım halini alacak kadar ilerleyen
had safhası kastedilmiş oluyor.
Herç kelimesinin bilhassa mü´minin mü´mini öldürmesi şeklindeki
kargaşaları ifade etmek maksadıyla kullanılma keyfiyeti, bizzat Hz.
Peygamber ( s.a.v.)´in sözlerinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber, kıyametten önce ortaya çıkacak içtimâî bozuklukları
sayarken, bu bozuklukların bir neticesi olarak “herç”in de artacağını
mükerrer olarak ifade eder. Dinleyiciler tarafından umumiyetle müphem
bulunan “herç”in ne olduğu sorulunca Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm), bazan bizzat sözle : “Herç ölüm demektir, ölüm demektir,
ölüm demektir” diye vurgulayarak açıklarken, bazan da eliyle boyun
uçurma işareti yaparak, bu kelime ile katletmeyi kasd ettiğini
belirtir.[19]
HERÇTEN MURAD ANARŞİDİR :
Birkısım rivayetlerden, Ashab´tan bazılarının “çokça katl” olarak tesbit
edilen herçten düşmanla cihad sırasında ölme veya öldürmenin artması
şeklinde yanlış anladığını, ancak Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in bu anlayışı tashih ettiğini görmekteyiz. Ebu Musa´dan gelen
bir rivayete göre, Hz. Peygamber : “Kıyametten önce mutlaka herç
vardır” buyurması üzerine : “Ey Allah´ın Resûlü herç nedir ” diye
sordum. “Katldir” cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan
Müslümanlardan bazıları : “Ey Allah´ın Resûlü ( bunu belirtmeniz de
niye ) Biz şimdiden bir yılda şu kadar bu kadar çok müşrik öldürüyoruz!”
derler. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) muhatablarının yanlış
anladıklarını görerek, şu tavzih ve açıklamada bulunur : “( Benim
kastım) müşriklerin öldürülmesi değildir. ( O gün gelince) birbirinizi
öldüreceksiniz, o kadar ki, kişi komşusunu, amcaoğlunu ve akrabalarını
öldürecek.” Cemaatten bazıları tekrar sorar : “Ey Allah´ın Resulü, o
zaman aklımız başımızda olduğu halde mi bunu yapacağız ( yoksa delirmiş
mi olacağız )” Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir
: “Hayır, bu esnada akıl kalmaz. ( Aşırı hırs ve cehalet sebebiyle) o
devir insanlarının ekseriyetinin aklı ortadan kalkar. Bu durumda, halk
içinde ortaya çıkan akıldan mahrum bir ayak takımı, öncekilerin yerine
geçer.” Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) : “Davaları aynı olan
iki büyük grup arasında büyük bir savaş vukua gelmedikçe kıyamet
kopmaz” diyerek herçle alâkalı hadislerde ifade edilen dahilî
öldürmeleri teyid eder.[20]
FİTNEYİ İHBAR :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) kendisinden sonra ortaya
çıkacak mühim hadisatı, “onlara karşı ümmetin her an müteyakkız olması
için” haber vermiştir. İstanbul´un fethi, Kıbrıs´ın fethi, Hz. Ömer, Hz.
Osman ve Hz. Ali´nin şehadetleri vs. gibi, Resûlullah tarafından haber
verilen hadisat çoktur. Bunlar Hz. Peygamber´in siyerinde ayrı bir
mevzudur, teferruatı vardır, fakat inceliklerine inmek bizim gayemizin
dışında kalır. Ancak şunu hemen kaydedelim ki : Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in gelecekte vukuunu haber verdiği pek çok
meseleden, âhirzaman fitnesi ile alâkalı olanları mühim ve hususi bir
yer tutar.
Bu çeşit rivayetler, diğerlerine nisbetle sayıca pek çoktur. O kadar ki,
ilk tedvin edilen kitaplar başta olmak üzere, hemen hemen bütün hadis
mecmualarında “Kitabu´l-Fiten”, “Kitabu´l-Melahim” adları altında
müstakil bölümlere yer verilerek bunlarda o hadisler zikredilmiştir.
Bu hadislerden birinde, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), ümmeti
beş tabakaya ayırır : “Ümmetim beş tabakadır : Kırk seneye kadar
olanlar birr ( iyilik) ve takva ehlidir. Bundan sonra 120 yılına kadar,
birbirlerine karşı merhamet duyan, sıla-i rahmi yerine getiren
kimselerdir. Sonra 160 yılına kadar olanlar, bunlar birbirlerinden yüz
çeviren, ( her çeşit beşerî bağları koparanlar) gelir. Bundan sonra
gelecek olan “herç”tir, herç. Bunun çabuk geçmesini talep edin.”
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in, kimlerin münafık olduğuna
dair bilgileri sır olarak tevdi etmiş bulunduğu Huzeyfe tu´bnu´l-Yeman (
radıyallahu anh)´dan gelen rivayetler Resûlullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in vukua gelecek fitnelere dikkat çekmekle kalmayıp, -sır
olarak tevdi edilmiş bile olsa- en azından birkısmını, bazı şahıslara
birer birer haber vermiş olduğunu gösterir. Şöyle der : “Allah´a kasem
olsun, ben, benimle kıyamet arasında vaki olacak bütün fitneleri
bilmede insanların en malumatdarıyım. Bunları size bildirmeme mani olan
şey, Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın bunları bana sır olarak
tevdi etmiş olmasıdır. Ancak şu da var ki, içerisinde benim de
bulunduğum bir mecliste fitne hakkında ( sır olmaması gereken)
açıklamalarda bulunmuştu. Fitneleri tadad ederken şunu da söyledi :
“Bu fitnelerden üç tanesi var ki, hemen hemen hiç bir şey bırakmaz.
Bunlardan bazıları da var ki, yaz mevsiminde esen rüzgar gibidir. Bu
fitnelerden küçük olanları var, büyük olanları var.”
Huzeyfe´nin Ebu Davud´da yer alan açıklamasına göre, Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm), zamanında kıyamete kadar gelecek fitneleri
tadad etmekle kalmıyor, etbaı üç yüzden fazla olacak fitnebaşılarını
isimleriyle, baba ve kabile isimleriyle söylüyor. Hatta bu bilgiler
verilirken yanında başkalarının da bulunduğunu kaydeden Huzeyfe (
radıyallahu anh) ilave eder : “Kasem olsun, anlamıyorum. Bunları
arkadaşlarım gerçekten unuttu mu, yoksa kasden unutur mu gözüküyorlar “
Nitekim Üsame ( radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette, Hz. Peygamber
( aleyhissalâtu vesselâm)´in, bir gün Medine´deki eski kalelerden (
Ütm) birine çıkarak : “Benim gördüğümü görüyor musunuz Ben, evleriniz
arasında fitnelerin vaki olacağı yerleri görüyorum…” dediğini
belirtir. Buharî´de kaydedilen bir rivayette, “Kahtan kabilesinden
birisi çıkıp insanları deyneğiyle idare etmedikçe kıyamet kopmaz” denir.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), ümmetinin kıyamete kadar devam
edecek ana vasıflarından birinin dahilî fitne ve kargaşalar olacağını
çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Şöyle ki :
1- Bir grup rivayetlerde Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in,
Cenab-ı Hakk´tan üç şey talep ettiği, bunlardan ikisinin kabul edilip,
birisinin reddedildiği, reddedilenin de : “Kendi aralarında savaş
olmasın talebi” olduğu belirtilir. Bu rivayetlerden Müslim´de
kaydedileni şöyle : “Rabbimden üç şey talep ettim. Bunlardan ikisini
bana verdi, birini vermedi. Rabbimden ümmetimi kıtlıkta helak etmemeni
istedim, bunu kabul etti. Keza ümmetimin ( Nuh kavminin başına geldiği
şekilde) suda boğularak helak edilmemesini istedim, bu da kabul edildi.
Rabbimden ümmetimin birbirini belaya atmamasını istedim; bu reddedildi.”
Şunu hemen kaydedelim ki, bu hadisin farklı rivayetlerinde reddedilen
şey hep aynı kaldığı halde kabul edilen diğer iki talepte değişikliklere
rastlanmaktadır. Nitekim yine Müslim´de kaydedilen diğer bir rivayette,
kabul edilenlerden biri Cenab-ı Hakk tarafından şöyle cevaplandırılır :
“Ben sana, senin ümmetin için… onlara kendilerinden başka bir
düşmanın musallat olmasını veriyorum…”
Bu hususu teyid eden bir diğer rivayette Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle der : “Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir ( yani diğer
ümmetlerden farklı ve ziyade bir lütf-i İlahîye mazhardır). Ahirette (
ebedî) azap görmeyecektir; onun azabı ( daha ziyade) dünyadadır. Dünya
hayatında ( aralarında çıkacak harp suretinde) fitneler, ( bir kısım
şiddet ve korku) çalkantıları ve kıtaller suretinde azap ve ibtila
olunacaklar.”
Bir diğer rivayette : “Allah bu ümmet üzerinde iki kılıcı
birleştirmeyecektir : Kendi kılıçları ve düşmanlarının kılıcı.”
Alimler bunu, “Müslümanların ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak böyle bir
durumun olmayacağı, dışa karşı birleşecekleri, ancak dış düşman
tehlikesi kalkınca birbirlerine düşecekleri” şeklinde anlamışlardır.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), kendisinden sonra zuhur edecek
ihtilaf ve gruplaşmaları haber verirken bilhassa menfi olanların
hususiyetlerini belirtmeye ayrı bir gayret gösterir. Bunladan birinde
şöyle der : “Ümmetimde ihtilaf ve iftiraklar olacak. Bunlardan bir
zümre sözlerinde çok güzel, amellerinde çok kötü olacak. Kur´an´ı
okurlar da gırtlaklarından öte geçmez. Okun hedefi delip geçmesi gibi
dini terkederler, bir daha da geri dönmezler. Onlar insanların ve
mahlukatın en şerlisidirler…”
2- Diğer bir kısım rivayetlerde ümmet-i Muhammed ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in 73 fırkaya ayrılacağı, bunlardan 72´si sapık olup, sadece
birinin hidayet üzere olacağı belirtilir : “Muhammed´in nefsini elinde
tutan zata kasem ederim ki, ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Bunlardan
biri cennetlik, geri kalan 72´si cehennemliktir…”
Bu rivayetlerde, ayrıca Hıristiyanların 71, Yahudilerin de 72 fırkaya
ayrılmış olduklarının ifade edilmiş olmaları dikkate alınırsa,
Müslümanların onlara nazaran daha çok tefrikalara düşeceğinin ifade
edilmek istendiği anlaşılır. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm),
bu çeşit rakamlarla çokluğu kasteder, bizzat rakamın gösterdiği sayıyı
değil.
3- Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bazı kereler, ümmetin
sadece fırkalara bölünmekle kalmayıp, birkısmının irtidat bile ederek
tamamen İslam dairesinden dışarı çıkacağını haber verir.
“İnsanlar bu dine kitleler halinde ( fevç fevç) girdiler, ondan tekrar kitleler halinde çıkacaklar.”
“Ümmetimden bazı kabileler ( irtidat edip) müşriklere iltihak etmedikçe kıyamet kopmaz.”
4- Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), fitneyi haber verirken,
bunun fasılalarla kıyamete kadar devam edeceği hususunu bilhassa tebarüz
ettirir, vurgular. Bu noktanın anlaşılmasında en güzel örnek, Huzeyfe
tu´bnu´l-Yeman´dan gelen bir rivayettir, aynen kaydediyoruz :
“İnsanlar, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´e hep hayırdan
sorarlardı. Ben ise, bana da ulaşır korkusuyla hep şerden sorardım. Bir
defasında dedim ki : “Ey Allah´ın Resulü, biz bir cahiliyet ve kötülük
devrinde yaşadık. Allah bizi bu hayırla, İslam´la müşerref kıldı. Bu
hayırdan sonra tekrar herhangi bir şer var mı “
“Evet var” dedi. Tekrar sordum : “Bu şerden sonra tekrar hayır gelecek mi “
“Evet dedi, gelecek. Ancak, bu hayır bulanık olacak ( yani önceki
şerrin kalplerde bıraktığı kin, husumet ve itimadsızlık gibi fenalıklar
belli bir ölçüde devam edecek.)”
Tekrar sordum : “Bu bulanıklık da ne ” Dedi ki : “( Önceki şerle
ortaya çıkan) bir zümre ( varlığını devam ettirecek. Bunlar) benim
sünnetimden, benim getirdiğim hidayetten ayrılacaklar, başka bir
sünnete, başka bir itikada tabi olacaklar. Sen bunların bazılarını (
veya bazı davranışlarını güzel bulur) tasvip edersin, bazılarını ( veya
bazı davranışlarını kötü bulur) reddedersin.
“Ben tekrar sordum : “Pekala, bu hayırdan sonra da şer var mı ”
Cevaben : “Evet, dedi ve devam etti : “Bunlardan sonra cehennem
kapısında durup ( bid´ata, küfre) çağıranlar ( yani emîrler, reisler,
gizli açık teşkilatlar, militanlar, hatipler, yazarlar vs.) var.
Çağrılarına uyanları oraya ( cehenneme) atarlar.”
Tekrar dedim ki : “Ey Allah´ın Resulü, bu çağırıcıların vasıflarını
bana bildir ( de onları tanıyayım ve çıktıkları zaman uymayayım).” Dedi
ki : “Onlar bizim bedenimizdendir, soydaşlarımızdır, dindaşımızdır,
milletimizin efradındandır.” Tekrar dedim ki : “Onlar bana ulaşacak
olsa ne yapmamı emredersin ” Cevaben : “Müslümanların cemaatlerinden
ve imamlarından ayrılma” dedi.
Ben tekrar sordum : “Onların cemaatleri ve bir imamları yoksa ( ne yapayım )” Dedi ki :
“O zaman mevcut fırkaların hepsini terket. Hatta bir ağacın köküne
dişlerinle tutunmuş vaziyette bile olsan, ölüm sana ulaşıncaya kadar
öyle kal, ( yine de onlara katılma).”
Esma´dan gelen şu rivayet bize Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in çıkacak fitnelere karşı, ashabını uyarmada değişik
üsluplara başvurduğunu göstermektedir : “Ben ( cennette bana has
olan) havuzumun başında yanıma gelecekleri beklerken, bir bölük insan (
cehenneme atılmak üzere) yakalanıp getirilir. Ben : “Bunlar benim
ümmetimdir” diyerek müdahale ederim. Ancak, “Sen bunların arkandan yüz
geri olup, dinden çıktıklarını bilmiyorsun” derler.”
Son olarak şunu belirtmede fayda var : Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in “Benden sonra” veya “Kıyamete yakın”, “Kıyamet kopmazdan
önce” gibi çeşitli tabirlerle zamanlayarak haber verdiği hadiseler, daha
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) hayatta iken ortaya çıkan ve
ölümünden sonra Hz. Ebu Bekir zamanında gelişen yalancı peygamber
Müseylime-i Kezzab hadisesi ile başlar. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali´nin şehadetleri ile, Cemel, Sıffîn, Nehrevan vakaları ile devam
eder.
Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihbar ettiği fitnelere, İslam
dünyasının her tarafında günümüzde şahit olduğumuz ve gelecekte şahit
olacağımız fitneler de dahildir. Hadislerdeki tasvirlerle bunların
herbiri arasında mutabakat görülebilir. Her devirde yaşayan Müslümanlar,
bu mutabakatı görerek, devirlerindeki fitnenin, Hz. Peygamber
tarafından haber verilen fitne olduğunu ifade etmişlerdir. Bunlardan
biri, Resûlullah´ın arkadaşlarından ( Ashab) Huzeyfe´ye aittir. O,
şöyle der : “Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) bize : “Bana
Müslümanların sayımını yapın” deyince, biz : “Ey Allah´ın Resulü,
sayımız altı yedi yüze ulaştığı halde, yoksa korkuyor musunuz ” dedik.
Bunun üzerine :
“Siz bilmezsiniz, belki de imtihan ve ( ibtila) olunacaksınız” cevabını
verdi. Biz gerçekten imtihan olunduk. Öyle ki, bizden bir kimse, namazı
bile gizlice kılmak durumunda kaldı.”[21]
BİRİNCİ FASIL
FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAK TAVSİYE
ـ4758 ـ1ـ عن أبِى أُمَيَّةَ الشّعْبَانِى قالَ : ]قُلْتُ يَا أبَا
ثَعْلَبَةَ كَيْفَ تَقُولُ في هذِهِ اŒية : يَا أيُّهَا الَّذِىنَ
آمَنُوا عَلَيْكُمْ أنْفُسَكُمْ. فقَالَ : أمَا وَاللّهِ لَقَدْ سَألْتَ
عَنهَا خَبِيراً. سَألْتُ عَنْهَا رَسُولَ اللّهِ #. فقَال : بَلِ
ائْتَمِرُوا بِالْمَعْرُوفِ، وَانْتَهُوْا عَنِ الْمُنْكَرِ، حَتّى إذَا
رَأيْتُمْ شُحّاً مُطَاعاً، وَهوىً مُتَّبِعاً، وَدُنْيَا مُؤْثِرَةً،
وَإعْجَابَ كُلِّ ذِى رَأىٍ بِرَأيِهِ، فَعَلَيْكَ بِنَفْسِكَ، ودَعْ
عَنْكَ أمْرَ الْعَوَّامِّ. فإنَّ مِنْ وَرَائِكُمْ أيَّاماً الصَّبْرُ
فِيهِنَّ كَالْقَبْضِ عَلى الْجَمْرِ، لِلْعَامِلِ فِيهِنَّ مِثْلُ أجْرِ
خَمْسِينَ رَجًُ يَعْمَلُونَ مِثْلَ عَمِلِكُمْ[. أخرجه أبو داود
والترمذي.»الشُّحُ« البخل الشديد.و»طَاعَتُهُ« اتباع انسان هوى نفسه لبخله
وانقياده له.وقوله : »دُنْيا مؤْثَرَةً« أى محبوبة مشتهاة .
1. ( 4758 )- Ebu Ümeyye eş-Şa´bânî anlatıyor : “Ey Ebu Sa´lebe,
dedim, şu ayet hakkında ne dersin ” ( Mealen) : “Ey iman edenler! Siz
kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar
vermez..” ( Maide 105).
Bana şu cevabı verdi :
“Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben aynı şeyi Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´a sormuştum : Demişti ki :
“Ma´rufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik,
takip edilen bir heva, ( dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür,
rey sahiplerinin ( selefi dinlemeden) kendi reylerini beğendiklerini
müşahede edersen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zîra (
bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. O günler
avuçta ateş tutmak gibi ( sıkıntılı)dır. O günlerde, sizin kadar amel
yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir.” [Ebu Davud,
Melahim 17, ( 4341); Tirmizî, Tefsir, Mâide, ( 3060); İbnu Mace, Fiten
21, ( 4014).][22]
AÇIKLAMA :
Hadis, kişinin kendisiyle meşgul olmasını, başkasının sapıklığının
kişiye zarar vermeyeceğini ifade eden bir ayeti ( Maide 105) açıklama
sadedinde varid olmuştur. Ayetin zahirine bakılınca emr-i bi´lmarufa yer
vererek başkalarıyla meşgul olmayı değil, kendi işiyle meşgul olmayı
emrediyor gözükmektedir. Ayet suale vesile olmuştur. Çünkü mü´min kişiyi
emr-i bil marufta bulunmaya, münkerden nehyetmeye teşvik eden ayetler
ve hadisler var. Bu ayetle öbür ayetler arasında zahirî bir tezad
gözükmektedir. Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) beyan buyurdukları
açıklama ile “Marufa sarılın…” emretmektedir. Ma´ruf, güzel kabul
edilen, meşru olan, şeriatın yapılmasını tecviz ve teşvik ettiği her
şeydir. Bunlar arasında emr-i bi´lmaruf ve nehy-i anil münker de yer
alır. Şu halde mü´min buna ara vermeden devam edecek. Ancak cemiyette
zuhur edecek bazı alametler var. Onlar görüldü mü, artık emr-i bil maruf
ve nehy-i ani´lmünkeri terketmek evladır. Çünkü, bu safhada emr-i
bil´maruf, fayda değil zarar verebilecektir. Hadiste bu alametler şöyle
sayılır :
* İtaat gören cimrilik. Bazı alimler aşırı, hırsla karışık cimrilik diye açıklamıştır.
* Hevaya uyulması, yani şeriatın emirlerinin terkedilmesi.
* Dine tercih edilen dünya.
* Rey sahiplerinin kitaba, sünnete, icma-ı ümmete, sahabe akvaline bakmadan kendi görüşünü beğenip ona tabi olması.
Bu sayılanlar, haricî bir düşmanın hakimiyeti değil, İslam cemiyeti
içerisinde gayr-ı İslamî, beşerî değerlerin hakimiyetidir, fitnedir,
dahili kargaşanın had safhaya ulaşmasıdır. Bu derece bozulan insanlara
emr-i bil maruf fayda vermez, zararı daha da artırır mânasında olmak
üzere Aleyhissalâtu vesselâm, kişiye, cemiyeti terketmesini, kendini
kurtarmayı düşünmesini tavsiye etmektedir. Çünkü arkada sabrın övüleceği
sıkıntılı günler gelecektir.[23]
ـ4759 ـ2ـ وعن واقِدِ بْنِ مُحمّدٍ عن أبيهِ عن عبداللّهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ
العَاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]شَبَّكَ رَسُولُ اللّهِ #
أصَابِعَهُ. وَقَالَ : كَيْفَ أنْتَ يا عَبْدَاللّهِ ابْنَ عَمْرٍو إذَا
بَقِيْتَ في حُثَالَةٍ قَدْ مَرَجَتْ عُهُودُهُمْ، وَاخْتَلَفُوا فَصَارُوا
هكذَا؟ قَالَ : فَكَيْفَ يَا رَسُولَ اللّهِ؟ قَالَ : تَأخُذُ مَا
تَعْرِفُ، وَتَدَعُ مَا تُنْكِرُ، وَتَقْبِلُ عَلى خَاصَّتِكَ،
وَتَدَعُهُمْ وَعَوَامَّهُمْ[. أخرجه البخاري. قال الحميديّ : وليس هو في
أكثر النسخ.»الحثالةُ« ما يسقط من قشر الشعير ونحوه إذا نقّى، وكأنّهُ
الردئ من كل شئ.و»مَرجَتْ عُهُودُهُمْ« أى اِخْتَلَطَتْ وَاختلفت .
2. ( 4759)- Vakid İbnu Muhammed babasından, o da Abdullah İbnu Amr
İbni´l-As ( radıyallahu anhümâ)´dan anlattığına göre demişti ki :
“Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm), ( bir gün) parmaklarını kenetledi ve dedi ki :
“Ey Abdullah İbnu Amr! Ahidleri bozulup şöyle karmakarışık hale gelen
bir kısım ayak takımı ( hezele) kimselerle başbaşa kalırsan ne yaparsın
“
“Ne yapmamı tavsiye edersiniz, Ey Allah´ın Resulü!” dedim. Buyurdular ki :
“Güzel bulduğun şeyi yaparsın, kötü bulduğun şeyi de terkedersin. Kendi
yakınlarının ( hallerini düzeltmeye) yönelirsin. O hezele takımı ( ile
de), onların cemaatı ile de ( uğraşmayı) terkedersin.” [Buhârî, Salat
88, Fiten 13; Ebu Davud, Melâhim 17, ( 4342); İbnu Mace, Fiten 10, (
3957).][24]
AÇIKLAMA :
1- Ahdin bozulması, güven ve emniyetin kalkmasıdır. İster mal, ister
can, isterse ırz emniyeti olsun, hepsinin kalkması, halel görmesi, ahdin
bozulması ile ifade edilmiştir. Irz emniyeti deyince vicdan hürriyeti,
din hürriyeti gibi kişinin şahsiyetine giren hususları da anlamamız
gerekir. Ahdin bozulmasıyla cemiyette bunlar da kalmaz, vicdanlara baskı
artar, inançları sebebiyle dindarlara taarruz ve tasallut tahammül
edilmez hale gelir. Önceki hadiste de kısmen geçtiği üzere dindarlığın,
ahirzamanda, elde ateş tutmak gibi zorlaşması, ahdin bozulmasıyla din ve
vicdan hürriyetinin de ortadan kalkacağını ifade eder.
2- Şarihler bu hadisi açıklarken, hadisin “parmakların kenetlenmesini
yasaklayan” bir başka hadisle arzettiği tenakuza dikkat çekip, aralarını
telif ederler : “Resûlullah buyurmuştur ki : “Biriniz namaz kılınca
parmaklarını kenetlemesin. Zira, kenetleme işi, şeytandandır. Biriniz
mescidde olduğu müddetçe, oradan çıkmadıkça namazdadır.” Şarihler,
umumiyetle bu iki rivayet arasında tearuz görmezler. Çünkü bu sonuncu
hadiste, namaz esnasında veya namaz beklerken parmakların kenetlenmesi
yasaklanmaktadır. Halbuki, sadedinde olduğumuz hadis, hadisenin namazla
ilgisinden bahsetmez. Hadisin mescidde vürud etmesi de muhtemeldir. Bu
takdirde cevap şöyledir : Yasak, gayesiz bir şekilde boş yere
kenetlemekle ilgilidir. Halbuki Resûlullah bir temsil vermek, kapalı bir
mânayı daha anlaşılır kılmak için parmaklarını kenetlemiştir. Öyle ise,
namaz dışında müsbet, faideli bir maksatla parmakların kenetlenmesinde
bir mahzur yoktur.
Kenetlenme yasağının hikmeti üzerine : “Çünkü “şeytandandır”, “uykuyu
getirir”, “kenetlemenin arzettiği manzara, ihtilafın manzarasıdır, bu
manzara namazda veya namaz hükmündeki bir halde bulunan kimse hakkında
mekruh görülmüştür. Çünkü bir başka hadiste “Karışık olmayın;
kalplerinize ihtilaf girer” buyrulmaktadır” gibi yorumlar getirilmiştir.
3- Hadisin, fitne sırasında Müslümanın takip edeceği yolla ilgili mesajı
izah gerektirmeyecek kadar açıktır : Fitneye bulaşmamak, ateşi avuçta
tutmak kadar zor bir iş dahi olsa fitneden kaçmak; öyle ki, icabında
emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´l münkeri de terkedip, sözünü dinleyecek
yakınlarla meşgul olup, onları kurtarmaya çalışmak. Müteakiben
kaydedilecek ilk iki hadiste ( 4760, 4761) fitneden kaçmanın gereği ve
hayrı daha açık olarak ifade edilecektir.[25]
ـ4760 ـ3ـ وعن أبى ذرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
# يَا أبَا ذَرٍّ قُلْتُ : لَبَّيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ وَسَعْدَيْكَ.
قَالَ : كَيْف أنْتَ إذَا أصَابَ النَّاسَ مَوْتٌ يَكُونُ الْبَيْتُ فيهِ
بِالْوَصِيفِ؟ قُلْتُ : مَا خَارَ لِى اللّهُ
وَرَسُولُهُ. قَالَ : عَلَيْكَ بِالصَّبْرِ، أوْ قَالَ تَصَبَّرْ ثُمَّ
قَالَ لِى : يَا أبَا ذَرٍّ. قُلْتُ : لَبَّيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ
وَسَعْدَيْكَ قَال. كَيْفَ أنْتَ إذَا رَأيْتَ أحْجَارَ الزَّيْتِ قَدْ
غَرَقَتْ بِالدَّمِ؟ قُلْتُ : مَا خَارَ لِى اللّهِ وَرَسُولُهُ. قَالَ
عَلَيْكَ بِمَنْ أنْتَ مِنْهُ. قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ : أفََ آخُذُ
سَيْفى أضَعَهُ عَلى عَاتِقِى. قَالَ : شَارَكْتَ الْقَوْمَ إذن. قُلْتُ
: فَمَا تأمُرُنِى؟ قَالَ : تَلْزَمُ بَيْتَكَ. قُلْتُ : فإنْ دُخِلَ
عَلَىًّ بَيْتِى؟ قَالَ : إنْ خَشِيْتَ أنْ يَبْهَرَكَ شُعَاعُ
السَّيْفِ فألْقِ ثَوْبَكَ عَلى وَجْهِكَ يَبُوءُ بإثْمِكَ وإثْمِهِ[.
أخرجه أبو داود.والمراد »بالبيت« ههُنَا القبر.و»الوَصيفُ« العبد، والمعنى
أن القتلى تكثر لكثرة الفتن حتى يشترى موضع قبر يدفن فيه الميت بعبد لضيق
المكان عنهم، أو ‘نه شتغال بعضهم ببعض يوجد من يحفر قبر ميت ويدفنه إ أن
يعطي وصيفا أو قيمته .
3. ( 4760)- Hz. Ebu Zerr ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler :
“Ey Ebu Zerr!”
“Buyurun, Ey Allah´ın Resulü, emrinizdeyim!” dedim.
“İnsanlara ( kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin ( ücretli)
hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın ” buyurdular.
“Benim için Allah ve Resulü neyi ihtiyar buyurursa onu yaparım!” dedim.
“Sabrı tavsiye ederim!” buyurdular -veya, sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler :
“Ey Ebu Zerr!”
“Buyurun ey Allah´ın Resûlü, sizi dinliyorum!” dedim.
“Zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın “
“Allah ve Resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu!” dedim
“Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim!” dedi. Ben sordum :
“Ey Allah´ın Resulü! ( O zaman) kılıcımı alıp omuzuma koymayayım mı “
“Böyle yaparsan ( fitneci) kavme ortak olursun!” buyurdular.
“Bana ne emredersiniz!” dedim.”Evine çekil!” buyurdular.
“Evime girilirse ” dedim.
“Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni
yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün!”
buyurdular.” [Ebu Davud, Fiten 2, ( 4261); İbnu Mace, Fiten 10, ( 3958
).][26]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis fitneye karışmayı yasaklayan hadislerden biridir. Hadisin,
Begavî tarafından Mesabih´te kaydedilen veçhi biraz daha teferruatlıdır;
şöyle ki :
“Ebu Zerr ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Ben bir gün, bir merkep
üzerinde, Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın terkisinde idim.
Medine´nin ( dış) evlerini geçtiğimiz sırada bana : “Ey Ebu Zerr!
Medine´ye açlık hakim olduğu; öyle ki, yatağından kalkınca açlıktan
bitkin düşüp mescide kadar gidemediğin zaman ne yapacaksın ” dedi”
diyerek başlayan hadis, Resûlullah´ın şu tavsiyesi ile noktalanır :
[27]
“Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından ( dayanamayıp kılıca
sarılıp fitneye katılmaktan) korkarsan elbisenin kenarını yüzüne çek,
ta ki, ( haksız yere öldürerek) senin günahınla ve kendi günahlarıyla
geri dönsünler.”
2- İnsanlara ( kitle halinde) ölüm nisbeti kıtlık, veba, savaş gibi
sebeplerle gelecek umumi ölüm hadisesi olarak anlaşılmıştır.
3- Hadiste geçen beyt ve vasif kelimelerini anlamada şarihler bazı farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki :
* Mezar olarak tercüme ettiğimiz ( beyt) kelimesini bazı alimler mezar
olarak anlamıştır. Hattabî der ki : “Beyt, burada “mezar” demektir,
vasif de hizmetçi. Murad olan mâna şudur : “İnsanlar, öylesine
meşguldürler ki öleni gömmeye fırsat bulamazlar da onu gömmesi için
hizmetçiye verirler, yahut ücretle gömdürürler.”
* Buradan şöyle anlayanlar da olmuştur : “Mezar yerleri öylesine
dardır ki, herbir ölüleri için bir kabir yerini bir köle vererek satın
alırlar.” Ancak bu ikinci te´vil tenkit edilmiş ve : “Ölüm, sağlar
arasında devam etse ve fevkalade yayılarak artsa da yine böyle bir
darlık hasıl olmaz. Çünkü arz geniştir” denmiştir. Ancak, hadisin
Mesabih´ten kaydettiğimiz veçhinde ikinci mânayı teyid eden ibareler
mevcuttur. Hadisin şerhinde imkan varsa hadisten istifade en evla
yoldur. Burada o imkan mevcuttur.
* Bu ibareden şu mâna dahi çıkarılmıştır : “O zaman evler, ölümlerin
çokluğu ve ikamet edeceklerin azlığı sebebiyle çokça ucuzlar. Öyle ki
bir ev, aslında normal olarak bir köleden pahalı olduğu halde, bir köle
mukabilinde satılır.”
* Şu mâna da çıkarılmıştır : “Evlerde önceleri çok insan mevcut olduğu halde, bu evin işini görmeye sadece bir köle kalır.”
4- Zeyt´in Medine´nin bir mahallesi veya Medine civarında bir yer adı
olduğu söylenmiştir. Türbüşti : “Burası, Yezid zamanında cereyan eden
meşhur hadisenin vukua geldiği Harra´da bir noktanın adıdır. Orada
savaşan zalim orduların komutanı da Müslim İbnu Ukbe el-Mürri´dir.
Resûlullah´ın koyduğu haramları mübah kılan heriftir. Karargahı
Medine´nin batısında yer alan Harre-i garbiyye idi. Medine´nin hurmetini
ihlal etti, erkekleri hep öldürdü. Orada üç gün -beş de denmiştir-
talanda bulundu.”
5- “Kendinden oldukların” tabiriyle kişinin ailesi, yakınları, kavmi
kastedilmiştir. Bununla “İmam”ın yani biat etmiş olduğu imamının
kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda mâna : “İmamına ve bey´at
ettiğin kimseye tabi ol” demek olur.
6- Hadiste, kişinin kılıcı alıp omuza koyması halinde, günahta
fitnecilere ortak olacağı ifade edilmiştir. Öyleyse fitne şartlarında
fitnecilere iştirak etmemek, günahlarına ortak olmamak için silaha
sarılmamak gerekir. Aliyyu´l-Kârî der ki : “( Fitnede) hasım
Müslümansa, fesad terettüp etmeyecek ise, müdafa-i nefis caizdir. Ancak
hasım kafir ise, imkan nisbetinde müdafaa etmek vacib olur.”
7- “Kılıcın parıltısının galebe çalması”, kılıcı kullanmaktan kinayedir.
“Elbisenin kenarıyla yüzünü örtmek”, düşmanı görüp, korkmamak içindir.
Bundan maksad, “Onlar seninle savaşsa da sen onlarla savaşma, ölmeyi
tercih et” demektir.
Bu taktirde, gelenler “seni öldürmüş olmanın günahı ve diğer günahlarıyla dönerler” mânası anlaşılır.[28]
ـ4761 ـ4ـ وعن أبى مُوسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : إنَّ بَيْنَ يَدَى السَّاعَةِ فَتَناً كَقِطَعِ اللَّيْلِ
الْمُظلمِ، يُصْبِحُ الرَّجُلُ فِيهَا مُؤْمِناً وَيُمْسِي كَافِراً،
وَيُمْسِي مُؤْمِناً وَيُصْبِحُ كَافِراً اَلْقَاعِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ
الْقَائِمِ، وَالْمَاشِى فِيهَا خَيْرٌ مِنَ السَّاعِى. فَكَسِّرُوا
قِسيَّكُمْ، وَقَطِّعُوا أوْتَارَكُمْ، وَاضْرِبُوا سُيُوفَكُمْ
بِالْحِجَارَةِ. فإنْ دُخِلَ عَلى أحَدٍ مِنْكُمْ فَلْيَكُنْ كَخَيْرِ
ابْنَى آدَمَ[. أخرجه أبو داود والترمذي.وزاد أبو داود بعد الساعى :
]قَالُوا : فَمَا تأمُرُنَا؟ قَالَ : كُونُوا أحَْسَ
بُيُوتِكُمْ[.»قِطَعُ اللَّيْلِ« طائفة منه، وأراد فتنا مظلمة سوداء
تعظيماً لشأنها.وأراد بقوله : »فَلْيَكُنْ كَخَيْرِ ابْنَىْ آدَمَ« ابن
آدم لصلبه هابيل الذي قتله أخوه قابيل، ومما قال اللّهُ تعالى في أمرهما :
لَئِنْ بَسَطْتَ إليَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي اŒية .
4. ( 4761)- Hz. Ebu Musa ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var.
Kişi o fitnelerde mü´min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü´min
olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta
durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı
kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden
birinin evine girerlerse Hz. Adem´in iki oğlundan hayırlısı olsun (
ölen olsun, öldüren değil)” [Ebu Davud, Fiten 2, ( 4259, 4262);
Tirmizî, Fiten 33, ( 2205).]
Ebu Davud, “koşandan” kelimesinden sonra şu ziyadeyi kaydetmiştir :
“Yanındakiler, “Bize ne emredersiniz ( ey Allah´ın Resulü) ” dediler.
“Evinizin demirbaşları olun!” buyurdu.”[29]
AÇIKLAMA :
1- Resûlullah, kıyamete yakın çıkacak fitnelerin dehşetini belirtmek
için, zifirî karanlık gecenin parçalarına benzetmiştir. Yani peşpeşe
fitneler olacak, her biri, gece parçası gibi karanlık, yani doğruyanlış,
haklıhaksız, isabetlihatalı vs. şekilde tefrik etmek imkanı
tanımayacak, son derece dehşetli olacak demektir. Bu teşbihten maksat
fitnenin büyüklüğünü ifadedir.
2- Hz. Adem´in iki oğlundan hayırlısı Hz. Habil´dir. Kardeşi Kabil onu
öldürmek istediği vakit ayet-i kerimenin ifadesiyle kardeşine : “Sen
beni öldürmek için elini bana kaldırsan da , ben seni öldürmek için
elimi sana kaldırmayacağım” ( Maide 28 ) demiştir. Bu ayette, Cenab-ı
Hakk fitne sırasında Müslümanların takip edeceği siyaseti vaz´ etmiş
olmaktadır : “Fitneden kaçmak, öldürmektense ölmeyi tercih etmek.”
İslam´da bunun ilk örneğini Hz. Osman ( radıyallahu anh)´ın verdiği
belirtilir : O fitnenin büyümemesi için öldürmeyi değil, öldürülmeyi
tercih etmiştir.
3- Evin demirbaşı olmaktan maksad, evden ayrılmamak, dışarı çıkıp
fitneye bulaşmamaktır. Nasıl ki demirbaş denen halı, kilim gibi bir
kısım eşyalar devamlı evde kalırlar; fitne sırasında da o eşyalardan
biri gibi olmak yani evden dışarı çıkmamak tavsiye edilmiştir. Bundan da
maksad, fitneye katılmamaktır.[30]
ـ4762 ـ5ـ وعن أبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهُ # : يُوشِكُ أنْ يَكُونَ خَيْرَ مَالِ الْمُسْلِمِ غَنَمٌ
يَتْبَعُ بِهَا شَعَفَ الْجَِبَالِ وَمَوَاقِعِ الْقَطْرِ، يَفِرُّ
بِدِينِهِ مِنَ الْفِتَنِ[. أخرجه البخاري ومالك وأبو داود
والنسائي.»مَوَاقِعِ الْقَطْرِ« المواضع التي ينزل بها المطر .
5. ( 4762)- Ebu Said ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur
düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece
dinini fitnelerden kaçırmış olur.” [Buhârî, İman 12, Bed´ü´l-Halk 14,
Menakıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti´zan 16, ( 2, 970); Ebu
Davud, Fiten 4, ( 4267); Nesâî, İman 30, ( 8, 123, 124).][31]
ـ4763 ـ6ـ وعن مَعْقِلْ بن يسار قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # :
الْعِبَادَةُ في الْهَرْجِ كَهَجْرَةِ اليَّ[. أخرجه مسلم
والترمذي.»اَلْهَرْجُ« هنا : اختف والفتن .
6. ( 4763)- Ma´kıl İbnu Yesar anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Herc ( fitne) zamanında ibadet, tıpkı bana hicret gibidir.” [Müslim, Fiten 130, ( 2948 ); Tirmizî, Fiten 31, ( 2202).][32]
ـ4764 ـ7ـ وعن الْمقداد بن ا‘سود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : إنَّ السَّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفتَنَ وَلَمَنِ
ابْتُلِىَ فَصَبَرَ، فَوَاهاً[. أخرجه أبو داود.»وَاهاً« كلمة يقولها
المتأسف على الشئ والمتعجب منه .
7. ( 4764)- Mikdad İbnu´l-Esved ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Bahtiyar, fitneden kaçınan kimse ile, belalarla karşılaşınca sabreden
kimsedir. Ne mutlu ona!” [Ebu Davud, Fiten 2, ( 4263).][33]
ـ4765 ـ8ـ وعن ابْنِ عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ، أفْلَحَ مَنْ
كَفَّ يَدَهُ[. أخرجه أبو داود .
8. ( 4765)- İbnu Abbas ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Yaklaşan bir şerden yazık Araplara! Elini çeken ondan kurtulur.” [Ebu Davud, Fiten 1, ( 4249).] [34]
AÇIKLAMA :
Kaydedilen son hadisler, özet olarak fitneye bulaşmamayı ve imkan
nisbetinde fitneden kaçmayı tavsiye etmektedir. Kapıya kadar gelen
fitneye, öldürülmeyi tercih edecek kadar bulaşmama emri, üzerinde
durulması gereken bir husustur. Zîra ulema, çeşitli nokta-i nazarları ve
mukabil delilleri de gözönüne alarak, mesele üzerinde ziyadesiyle
durmuş ve enine boyuna tartışmıştır. Fitne şartlarında yaşamamız
haysiyetiyle bu hususların daha sistemli ve teferruatlı olarak
bilinmesinin gerekli ve faydalı olacağına inanıyoruz. Bu sebeple mevzuyu
biraz açıklayacağız.
Fitnede herkese ferdî olarak terettüp edecek vazifeleri şöyle sayabiliriz :
1- Fitnenin getireceği sıkıntılara sabır.
2- Fitnecileri yalnız bırakmak,
3- Uzlet; eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek,
4- Öldürmektense ölmeyi tercih etmek. Fitnede müdafa-i nefis meselesi,
5- Dilini tutmak,
6- Kalben kerahet,
7- Mal ve evlatça hıffet,
8- Silah edinmemek,Şimdi bunları açıklayalım : [35]
1- Fitnede Sabır :
Hangi çeşitten olursa olsun, iradesi dışında gelen her çeşit musibet
karşısında Müslümanın başvuracağı mühim bir silah olarak ifade edilen
“sabır”, fitne karşısında daha da ehemmiyet kazanan, ısrarla tavsiye
edilen en mühim silah hüviyetini kazanmaktadır. Bu hususu Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm), bazan tek tek fertlere, bazan umumi bir ifade
ile herkese duyurmuştur.
Müslim´de gelen bir rivayette, Hz. Peygamber, kendisine memuriyet
vermesini isteyen Ensar´dan bir zata şu cevabı verir : “Siz benden
sonra bencillik ( ve fitneyle) karşılaşacaksınız. Havz( -ı Kevser)in
başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.” Tirmizî´nin rivayetinde,
“..fitne ve dine muhalif bulacağınız icraatlar göreceksiniz” ibaresi
vardır. Ensârinin “Ey Allah´ın Resulü, bize ne tavsiye edersiniz ”
sualine karşı : “İcraatcılara olan vazifelerinizi ( onların hakkını)
eda edin, haklarınızı Allah´tan talep edin” cevabını verir.
Bu mevzuda Ebu Zerr´den gelen bir rivayet daha geniş, daha açıktır;
aynen kaydediyoruz : Ebu Zerr anlatıyor : “Bir gün Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in bineğinin terkisinde idim. Medine´nin
evlerinden dışarı doğru çıkmıştık ki bana :
“Ey Ebu Zerr, Medine´de açlık bulunduğu ve hatta sen yatağından kalkıp
da açlık sebebiyle mescide kadar gidecek gücü kendinde hissetmediğin
zaman halin nedir ” dedi Ben de : “Allah Resulü daha iyi bilir” dedim.
Resûlullah :
“Ey Ebu Zerr! İffetini koru ( söz ve fiillerde haramdan kaçın)” dedi ve
ilave etti : “Ey Ebu Zerr! Medine´de kıtal olsa ve bir mezarın ücreti
bir köle fiyatına ulaşsa, o kadar ki, bir kabir bile bir köle
karşılığında satılsa, senin durumun ne olur ” “Allah ve Resulü daha iyi
bilir” cevabını verdim.
“Sabret ey Ebu Zerr” dedi ve ilave etti : “Ey Ebu Zerr! Medine´de
kıtal olsa ve kan ( Medine dışında yer alan) Zeyt mıntıkasının
taşlarını sulayacak kadar çok aksa ne yaparsın ” Ben yine : “Allah ve
Resulü daha iyi bilir” dedim. Resûlullah :
“Mensup olduğuna ( yani aile ve akrabana veya biat ettiğin imama) dön”
dedi. Ben sordum ve : “Silahımı kuşanayım mı ” dedim. Resûlullah :
“( Hayır) o takdirde insanlara ( kötü amellerinde) iştirak etmiş olursun” cevabını verdi.
“Öyleyse ne yapayım ey Allah´ın Resulü ” diye sordum. Cevaben :
“Evinde kal, çıkma” dedi. Ben tekrar : “Ya evime de gelirlerse ” dedim.
“Kılıcın parıltısının galebe çalmasından ( kullanmaktan) korkarsan
elbisenin kenarını yüzüne ört, ta ki ( gelen kimse) hem senin günahınla
hem kendi günahıyla dönsün.
“Hz. Enes, Haccac´ın zulmüden çok ızdırap çekerek, ne yapacağız diye
şikayete gelenlere : “Sabredin, Rabbinize kavuşuncaya kadar sabredin.
Zira artık her gelen yeni gün, gidenden daha kötüdür” der ve bunu Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´den işittiğini ilave eder.
Mikdad İbnu´l-Esved ise, yeminle te´kid ederek Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´den şunu işittiğini söyler : “Bahtiyar kimse (
lütf-i İlahî olarak) fitnelere karışmaktan uzak tutulan kimsedir.
Bahtiyar kimse fitnelerden uzak tutulan kimsedir. ( Çeşitli belalarla)
imtihan edildiği zaman sabırla karşı koyana ne mutlu!”
Tabiinden meşhur Hasan-ı Basrî de burada zikre değer. Zîra o da fitneye
karşı hararetle sabır tavsiye eder ve ortalığın tevbe ile, insanların
kendilerini düzeltmesi ile iyiye döneceğini söyler. Kendisine Haccac´la
alâkalı sorulduğu zaman da hep şu mealde tavsiyede bulunurdu : “Ben
onunla mukatele edilmemesi görüşündeyim. Zîra, eğer o Allah´tan bir ceza
ise, siz kılıcınızla Allah´ın cezasını geri çeviremezsiniz. Şayet bir
bela ise, sabredin, Allah hükmünü versin. Zîra O, en hayırlı şey üzere
hükmedicidir.” Ona göre fitne sırasında hiçbir gruba iltihak
etmemelidir.[36]
2- Fitnecileri Yalnız Bırakmak :
Çıkan fitnenin büyümesini önlemede ve ondan gelecek zararlara karşı
korunmada en isabetli tedbirlerden biri, fitneciyi yalnız bırakmaktır.
Haklı ve haksız tarafların belli olduğu durumlarda, haklı tarafın
desteklenmesi tavsiye edilmiş olmakla beraber, haklı veya haksızın belli
olmadığı durumlarda, hiçbir tarafa destek vermemek, bütün tarafları
terketmek esastır. Hz. Peygamber´den gelen rivayetlerden bu
anlaşılmaktadır.
Müslim´de gelen bir rivayette Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) :
“Ümmetimi Kureyş´ten şu kabile helak edecektir” diye istikbalde
gelecek bir fitneden haber verir. Yanındakiler : “O vakit ne
yapmamızı, nasıl davranmamızı emredersiniz ” diye sorarlar. Cevap şudur
: “İnsanlar onları terketmelidir.”
Muhtelif tariklerden gelen şu rivayet, fitne çıkaranların yalnız
bırakılmalarının lüzumunu ve fitneye karışmamanın gereğini herkesin
anlayacağı bir üslubla, çok vazıh bir şekilde ifade eder : Ebu
Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini bildirir : “Haberiniz olsun (
benden sonra) fitne çıkacak. O fitne sırasında uyuyan uyanıktan [yatan
oturandan]; oturan ayakta olandan; ayakta olan yürüyenden, yürüyen
koşandan daha hayırlıdır. Kim böyle bir fitneye rastlarsa hemen geri
dönsün. Kim de fitne anında sığınacak bir kuytu bulursa oraya girsin.”
İbnu Hacer, ed-Davudî´den naklen şu açıklamayı sunar : “Hadisin
zahirine göre, fitneye uzak veya yakından muhtelif derecelerde teması
olan kimseler burada dile getirilmektedir. Yani bu işte bazıları
bazılarına rağmen çok daha ileridir. Bunlardan en ileride olanı,
fitnenin artmasına sebep olacak şekilde koşandır. Sonra fitnenin
sebeplerini hazırlayacak şekilde ortaya çıkandır ki, hadiste bu,
“yürüyen” diye ifade edilmektedir. Sonra fitne ile alakadar olan gelir
ki, ona da : “ayakta olan” denmiştir. Ondan sonra fitneyi seyretmekle
beraber mücadele etmeyen ( karışmayan) gelir, bu da “oturan” diye ifade
edilmiştir. Sonra da kendisinden bu hususta hiçbir ilgi, alâka sadır
olmayan, ancak razı ( ve memnun) olan gelir ki, bu da “uyuyan” diye
ifade edilmiştir.”
İbnu Hacer, fitneye karışma hususunda niyetlenenleri üç gruba ayırarak mesuliyet durumlarını belirtir :
1) Arzu geçirenler : Bunlar fiilen karışmadıkça günaha girmezler.
2) Arzuda kalmayıp fiile dökenler : Bunlar günahkârlardır.
3) Azmedenler, iyice niyetlenenler : Bunların durumu münakaşalıdır.
İbnu Hacer´in bu açıklamasının ışığında, “uyuyandan” maksadın fitneden
hiç haberi olmayacak kadar kendi işine gücüne dalmış, çolukçocuğunun
rızkı ve terbiyesi ile meşgul kimse olduğunu söyleyebiliriz.
Nevevî de bu hadiste, “fitnenin zararının büyüklüğüne dikkat
çekildiğini, fitneden son derece çekinip kaçmaya, fitneye götürecek
herhangi bir şeye teşebbüsten imtina etmeye teşvik edildiğini, zira
fitnenin zararı ve şiddeti onunla olan alaka nisbetinde arttığını”
belirtir.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), diğer birkısım hadislerinde
de, dahilî birliğin kaybolduğu, ortaya çeşitli hiziplerin çıktığı
hallerde -ki hadiste Müslümanların cemaat ve imamı yoksa diye ifade
edilir- bu fırkaların hepsinin terkedilmesi emredilir.
Fitnecinin yalnız bırakılmasının fiilen gerçekleşmesi için, Hz.
Peygamber´in bunu tamamlayıcı başka tavsiyelerine de rastlarız. Şimdi
onları görelim : [37]
3- Uzlet :
Bu, kısaca inziva diye de ifade edilebilir. Uzlet veya inzivanın
tahakkukunda Resûlullah´ın farklı tavsiyelerini görmekteyiz : Eve
çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek gibi. Kişi, kendi şartlarına
hangisi muvafıksa onu tercih edecek ve uzleti ihtiyar edecek. Şimdi
bunları açıklayalım : [38]
* Eve Çekilmek :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), gelecek fitneyi haber verip,
insanları dehşete düşüren vasıflarıyla tavsif ettiği zaman
dinleyicilerden vaki olan : “Ey Allah´ın Resûlü! Biz o zaman ne
yapalım. ” sualine, Hz. Peygamber´in verdiği cevaplardan bir kısmı
“evlerinize çekilin” mealindedir.
Ebu Musa´dan gelen bir rivayet aynen şöyle : “Önümüzde karanlık gece
parçaları gibi fitneler var. O fitneler geldiği zaman kişi, mü´min
olarak sabaha erer de akşam oluncaya kadar kafir olur. Orada oturan
ayakta durandan; ayakta duran yürüyenden; yürüyen de koşandan
hayırlıdır..” Dinleyenler : “Bize ne emredersiniz ” dediler. Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) : “Evinizin demirbaşları olun”
cevabını verdi.”
Aynı tavsiye İbnu Mes´ud´dan gelen bir rivayette : “Elinizi ve
dilinizi tutun, evin demirbaşlarından biri olun” şeklinde az bir farkla
tekrar edilir.Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in fitne çıktığı
zaman dökülecek kanların çokluğuyla alakalı -daha önce Ebu Zerr´den
kaydettiğimiz- tasviri sırasında Ebu Zerr´e yapılan tavsiye daha
vazıhtır : “…Evinde otur, kapıyı üzerine kilitle…”
Keza, bir başka hadiste, fitne tasvir edilirken, emniyetin, insanlara
güven ve itimadın kaybolması, iyi, kötü fark edilemeyecek derecede
insanların her an değişeceği belirtildiği sırada, ne yapılması gerektiği
sorulunca Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) : “Evine kapan,
diline sahip ol, iyi bildiğin şeyi yap, kötü bildiğin şeyi de terket,
kendi yakınlarınla meşgul ol, ammenin işini terket” der.
Şarihler eve kapanma emrini, zaruri olmayan işler dışında, halkla
irtibatı kesmek şeklinde anlarlar. Zaruri temaslardan vazgeçilmemesi
gerektiğini de belirtirler.
Yukarıdaki rivayette de görüldüğü üzere, mücerred bir eve çekilme
yeterli değildir. Bir başka rivayette : “( Göze batıcı, dikkat çekici
davranışlardan kaçınarak) kendinizden az bahsettirin” denmektedir.[39]
* Dağa Çekilmek :
Fitneye karışmamak, dışında kalabilmek için hadislerde ifade edilen bir
tedbir de dağa çekilmektir. Fitneye karışmamaya teşvik hususunda beyan
edilen : “…Fitne sırasında yatan oturandan; oturan ayakta
durandan… daha hayırlıdır…” hadisinin Ebu Bekre tarafından rivayet
edilen veçhinde, bir adam Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´a sorar
: “Ey Allah´ın Resulü, bu durumda ne yapmamızı emredersin ” Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in ona verdiği cevap şudur :
“Kimin dağda develeri varsa onların peşine düşsün, kimin de davarı
varsa, davarlarının yanına gitsin. Kimin de ( ekim) arazisi varsa o da
çiftinin başına çekilsin….”
Buharî ve Müslim tarafından kaydedilen bir rivayette “dağa çekilme”
keyfiyeti te´yid edilir : “Müslüman kimseye, en hayırlı malın davar
olacağı zaman yakındır. fitnelerden kaçarak, dinini kurtarmak için
dağların yağmur düşen otlak yerlerini takip etmek üzere peşine takıldığı
davar onun en hayırlı malıdır.”
Müslim´de Ebu Bekre´den gelen rivayette daha vazıh olarak :
“…Haberiniz olsun, fitne iner veya vukua gelecek olursa, devesi olan,
devesine; davarı olan davarına; arazisi olan arazisine iltihak etsin…”
denir.
Fitne sırasında inzivayı teşvik eden hadislerden biri de taarrüb ile
alakalı rivayettir. Göçebe Araplara katılarak onlar arasında ikamet
mânasına gelen taarrüb daha ziyade, hicret ederek Medine´ye yerleştikten
sonra, geldiği kabileye geri dönerek tekrar göçebeleşmek durumuna
düşenler için kullanılan bir tabirdir. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm), göçebe hayattan sonra şehirlileşen bu kimselerin tekrar eski
hayata dönmelerini kesinlikle yasaklamış, ancak fitne anında müsaade
etmiştir : “Hicret ettikten sonra tekrar bedeviyete ( eski göçebe
hayata) dönen kimseye Allah lanet etsin, fitne zamanında dönenler bundan
hariçtir. Zîra göçebelik ( bedeviyet), fitne bulunan yerde ikametten
hayırlıdır.” Hz. Peygamber´den bu maksadla izin alanlar meyanında Seleme
tu´bnu´l-Ekva´ın ismi geçer.
Bu bahsi kaparken şu noktayı belirtmede fayda var : İmam Azam
tarafından da fitne sırasında karışmayıp eve çekilme gereği hususunda
te´yid edilen hükme Bedayi´de Kâsânî tarafından şu ihtirazi kayıt
konmaktadır : “Bu hüküm, hususi bir vakitle alakalıdır. Bu da,
fitnecilerle savaşa çağıran imamın bulunmadığı vakittir. Böyle bir imam
varsa ve ( cihada) çağırıyorsa icabet etmek farzdır.”[40]
* Terk-i Diyar Etmek :
Bir kısım hadisler, fitne çıktığı vakit eve, dağa, tarlaya çekilmekten
daha öte, terk-i diyar etmeyi tavsiye etmektedir. Bu tavsiyeye uyarak
Şam´a göç eden Ebu´d-Derda ile alakalı rivayet şöyle : “Yezid İbnu Ebî
Hubeyb anlatıyor : “İki kişi Ebu´d-Derda´ya gelerek bir parça tarla
için birbirlerini şikayet ettiler. Ebu´d-Derda onlara : “Ben Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in : “Sen bir yerde bulunduğun
sırada bir parça tarla için iki kişinin husumet ettiklerini işitecek
olursan orayı terket” dediğini işittim” der ve Ebu´d-Derda Şam´a gider.”
Terk-i diyar umumi bir emir olarak anlaşılmasa bile, fitne sırasında
buna tevessül etmenin istihbab edileceği bu rivayetten anlaşılmaktadır.
Nitekim, yukarıda kısaca temas ettiğimiz Selemetu´bnu´l-Ekva (
radıyallahu anh) da Ebu´d-Derda gibi fitneye bulaşmak korkusuyla terk-i
diyar edenlerden biridir. “Hicretten irtidat mı ettin ” şeklinde maruz
kaldığı ağır ithamlara rağmen, Mekke ile Medine arasında yer alan
Rebeze´ye göç eder.
Hadisi şerh eden Aynî fitne korkusuyla seleften birçoğunun terk-i diyar ettiklerini belirtir. ( 1. cilt, s. 163) [41]
İnziva Ve Uzletin Fazileti :
Yukarıda kaydettiğimiz hadisler bize fitne sırasında uzlet ve inzivanın
tavsiye edildiğini ifade eder. Esasen fitne olmayan normal zamanlarda
alimlerin ekseriyeti tarafından cemiyete karışmak ( muhalata), inzivaya
çekilmeye tercih edilmiş, üstün tutulmuş ise de, bu üstünlük mutlak
değildir. Birkısım şartların ortaya çıkması halinde inziva tercih
edilmelidir. Bu mühim mevzunun aydınlanması için fitne sırasında
hayvanlarını alarak dağa çekilmeyi veya arazinin başına geçerek ekimle
meşgul olmayı tavsiye eden hadisi açıklama zımnında İbnu Hacer´in
sunduğu veciz açıklamayı burada kaydetmeyi gerekli bulduk. Der ki :
“Selef alimleri, uzlet hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cumhur (
ekseriyet) şunu söylemiştir : “İhtilat ( cemiyete karışma) uzletten
evladır. Zîra İslamî şeâirin devamı için lüzumlu olan dinî bilgiler bu
sayede öğrenilir. Cemiyete karışmada Müslümanların sayıca artması da
mevzubahistir. Onlara, maddî ve manevî yardımda bulunmak, hastalarını
ziyaret etmek gibi çeşitli hayırlar bu sayede ulaştırılır.”
Bazı alimler şunu söylemişlerdir : “Uzlet, üzerine düşeni bilmek
şartıyla, ihtilattan evladır. Zîra uzlette selamat tahakkuk eder,
gerçekleşir.” Nevevî der ki : “Muhtar olan ( yani farklı görüşlerden
tercih edileni), günaha düşmeyeceği hususunda zann-ı galib olan kimse
için cemiyete karışmak daha iyidir.”
Bazıları da şu görüştedir : “Burada verilecek hüküm şahıstan şahısa
değişir. Bazıları için bunlardan biri şarttır. Bazıları için de tercih
vesilesidir. Bu iki husus açıktır. Ancak, inziva ile ihtilat eşit
olurlarsa birini diğerine tercih hususunda verilecek hüküm zamanın ve
ahvalin değişen şartına bağlıdır.”
Kendisine muhâlata ( yani cemiyete karışma) gereken kimseler meyanında
kötülüğü bertaraf etme gücüne sahip olan kimse vardır. Böyle birisine
cemiyete karışmak farzdır. Bu farz, ahval ve imkânlara tabi olarak,
farz-ı kifâye nev´indendir.
Kendisine muhâlata şâyan-ı tercih olan kimseler meyânında, iyiliği emir,
kötülükten men ettiği ( emr-i bi´lma´ruf ve nehy-i ani´lmünkerde
bulunduğu) takdirde kendisi fitneye maruz kalmayacağı hususunda zann-ı
galibi hasıl olan kimse vardır.
İnzivaya çekilme ile cemiyete karışma şıklarından her ikisi de kendisine
eşit olanlara misal olarak şöyle bir adam gösterilebilir : Kişi
fitneye düşmeyeceği hususunda kendinden emindir. Ancak, kesinlikle
bilmektedir ki, sözü tutulmayacak, kendisine itaat edilmeyecektir. Bu
duruma, umumî bir fitnenin mevcut olmadığı hallerde rastlanır. Fitne
çıkacak olursa, uzleti tercih etmek gerekir. Zira bu durumda umumiyetle
zarara düşülmektedir.
Fitneye girenlere ( İlâhî) belalar gelir ve fitneye katılmayanlara da
sirayet eder. Bu hususu şu ayet haber vermektedir : “Öyle bir fitneden
kaçının ki geldiği zaman sizden sadece zalim olanları çarpmaz…”
Sunduğumuz açıklamayı Ebu Saîd´in rivayet ettiği şu hadis de te´yid eder
: “İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, nefsiyle ve malıyla cihad
eder, keza o kimsedir ki dağ başlarında Rabbına ibadet eder ve böylece
insanlara kötülük yapmaktan uzak olur.”
Cemiyete karışıp karışmama, yani inziva ve ihtilat hususlarında
Hattâbî´nin bir izahı da klasik alimlerimizin görüşlerini anlamada bizim
için faydalı olacağı kanaatindeyiz. Der ki : “İnziva ve ihtilat,
kendileriyle alâkalı şeylere tabidir. Onlar değiştikçe bunlardan birini
tercih durumu değişir. İhtilâta ve cemiyete karışmaya teşvik sadedinde
gelen deliller, imamlara itaatla ve bir kısım dinî meselelerle
alâkalıdır. İnzivaya teşvik sadedinde gelen deliller de, bunlar dışında
kalan meselelerle alâkalıdır. Mesela bedenen insanlara karışmayı veya
onları terketmeyi ele alalım. Tek başına geçimi te´min ve dinini
muhafaza edebileceğine kâni olan bir kimse için, bir şartla, insanlara
karışmaktansa uzak dursa daha iyi olur. O şart da ( namaz için) cemaate
devam, selam vermeye ve almaya devam, hasta ziyareti, cenaze teşyii
gibi Müslümanların hukukunu edaya devamdır.
Matlub olan, lüzumsuz sohbetleri terketmektir. Zîra sohbetin fazlası,
zihnimizi meşgul ve vaktimizi zâyi ederek mühim işlerimizi ihmal
ettirir. En iyisi ihtilat ve insanlarla görüşme işini, kendisinden
tamamen vazgeçilmeyen, sabah ve akşam yemekleri menzilesinde tutup,
zarûrî olanıyla iktifa etmektir. Böyle yapmak beden için ve kalp için de
çok daha rahatlatıcı, çok daha uygundur.”
Buhârî şarihlerinden Aynî de hadislerden, fitne sırasında, inziva ve
uzleti ihtiyar etmenin lüzumunu anlamıştır. İbnu Hacer´den sunduğumuz
açıklamanın yapılmasına sebep olan aynı hadisin şerhi sadedinde Aynî de
şu kıymetli açıklamayı yapar : “Bu hadiste, fitne zamanında uzletin
fazileti ifade edilmektedir. Ancak fitneyi izale edecek güçte olan kimse
bu hükme tâbi değildir. Zîra bu durumda olan kimseye, fitneyi izâle
etmek için, üzerine yürümesi farzdır. Bu farz, ahvâl ve imkâna tâbi
olarak ya farz-ı ayn ya da farz-ı kifâye sûretlerinden biriyledir.”
Fitne bulunmayan zamanlarda uzlet ve ihtilattan hangisinin efdal olduğu
hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Nevevî´nin sunduğu
izaha göre : “İmam Şâfiî ve âlimlerin ekserisi ihtilatın efdal olduğu
görüşündedirler. Zîra derler, ihtilatta bir kısım faydalı ameller îfa
edilir, çeşitli İslâmî tezahürlere ( şeâir-i İslâmiyye) katılır,
Müslümanların sayısını artırır, hasta ziyareti, cenaze teşyii, selam
vermek, emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerde bulunmak, iyi ve
hayırlı işlerde yardımlaşmak, muhtaçlara yardım, cemaatlere katılmak
gibi herkesin muktedir olabileceği amellerle onlara birkısım hayır ve
menfaat ulaştırır.”
Bilhassa, âlimler ve zühd sahipleri hakkında, ihtilatın fazileti te´kidli olarak beyan edilmiştir.
Birkısım âlimler de, uzlette kesinlikle selâmet bulunduğu için, onun
daha efdal olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak bu, kendisine terettüp eden
ibadet vazifelerini ve mükellef olduğu şeyleri bilmek şartına bağlıdır.
Muhtar olan ( tercih edilen) görüş şudur : “Günaha düşmeyeceği
hususunda zann-ı galib hasıl olan kimse için cemiyete karışmak (
ihtilaf) efdaldir.”
Kirmânî ise şunu söyler : “Asrımızda muhtar olan inzivadır. Zîra
uğranacak meclisler ( mehâfil) arasında günahlardan hâlî ve uzak
olanlar nadirdir.” Aynî ilave eder : “Ben Kirmânî´nin sözüne iştirak
ederim. Zîra bu devirde insanlara karışmak birtakım şeylerden başka bir
şey celbetmez.”
Daha uzlaştırıcı bir neticeye varan Kastalânî ise : “Kişinin kemâli
hem uzlet ve hem de sohbet ( karışma) ile gerçekleşir. Sohbetle dinini
salim kılamayan fakihe uzlet, hakkını veren kimseye de sohbet
gereklidir” der.[42]
4- Öldürmektense Ölmeyi Tercih Etmek :
Dahilde fitne çıktığı zaman dağa çekilmek, eve kapanmak -ve az sonra
temas edileceği üzere- silah edinmemek gibi emirler, aslında bozulmuş
olan içtimâî durumun daha da kötüye gitmesini önlemek içindir. Fitne
ateşinin yandığı yerde sönmesi, onun üzerine gitmemeye bağlıdır.
Söndürmeye gücü yetmeyenlerin, hususi eşhasın buna katılmaları,
karışmaları, bulaşmaları onu daha da artıracaktır. İslam´ın bu konudaki
görüşünün özü budur.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), fitneye bulaşmamanın
ehemmiyetini vurgulayabilmek, tebarüz ettirebilmek, ami, cahil herkese
duyurabilmek için “Fitne sırasında, seni öldürmeye gelseler bile
karşılık verme, öldürmektense ölümü tercih et” mealindeki beyanlarda,
emirlerde bulunmuştur.
Daha önce zikri geçen ve eve çekilmeyi emretmekle alâkalı rivayetlerin
devamında umumiyetle şu sual sorulmaktadır : “Fitneciler eve de
gelirse ne yapalım ” Bu sual Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in
fitnede takınılacak tavırla alakalı emir ve tavsiyelerinin mantıkî
silsilesi içerisinde mukadder, kaçınılmaz bir sualdır. Suale verilen
cevap, fitneye karışmamak için yapılması gereken gayret ve gösterilmesi
gereken fedâkârlıkların neler olabileceğini ifade eder, hiçbir hal ve
şartta fitneye bulaşmanın meşru olmayacağını, dinin buna cevaz
vermeyeceğini gösterir.
Sual mükerrer olarak sorulmuştur. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) de her seferinde aynı cevabı vermiştir.
Cevap kısaca şu mealdedir : “Fitnede öldürülmeye razı ol, fakat öldürme.”
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), tebliğ ettiği her mühim
meselede olduğu gibi bunu da tebliğ ederken, şartlara, muhatablara göre
değişik üsluplara yer vermiştir. Kısmen daha önce söylediklerimizi
tekrar mahiyetinde olmakla beraber, onlardan daha şümullu, daha cami
olan bir rivayeti tam olarak görelim. Rivayeti yapan Abdullah İbnu
Mes´ud´dur. Der ki : “Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in
şöyle söylediğini işittim : “İleride fitne çıkacak, o zaman uyuyan
yatandan hayırlıdır; yatan oturandan hayırlıdır; oturan ayakta durandan
hayırlıdır; ayakta duran yürüyenden hayırlıdır; yürüyen koşturandan (
atlı) hayırlıdır. Fitnede savaşanların hepsi ateştedir.” Ben : “Ey
Allah´ın Resulü, bu söylediğin fitne ne zaman olacak ” dedim. “Bu, dedi,
eyyamu´lherçtir ( dahilî kıtal zamanıdır).” Ben takrar :
“Eyyamü´lherç ne zaman olur ” diye sordum. Dedi ki : “Kişi arkadaşına
itimat etmediği zaman.” O güne erişecek olsam bana ne emredersin ”
dedim. “Nefsini, elini geri tut ve mahallene gir” dedi. Tekrar sordum :
“Ey Allah´ın Resulü, eğer mahalleme de girerse ne yapayım ” “Evine
gir” dedi. Ben tekrar : “Ya evime de girerse ” dedim. “O takdirde
mescidine gir ve şöyle yap” -dedi ve sağ eliyle bileğinden tutarak-
ilave etti : “Bu halde ölünceye kadar, “Rabbim Allah´tır” de.”
Burada sırayla mahalleye, eve ve en sonunda evin daha kuytu bir köşesi
olan mescid odasına sığınmanın tavsiye edilmiş olması, fitneden en son
imkana kadar kaçılması gerektiğini ifade eder. Sığınılan son melceye
kadar takip edildiği takdirde ise, elini tutmak, müdahale etmemek
tavsiye edilir.
Başka rivayetler, o andan yani sığınılması mümkün son kuytu yere de
düşman geldiği andan itibaren, yapılması gerekecek davranışı daha açık
olarak ifade etmektedir. Sa´d İbnu Ebi Vakkas´dan gelen rivayette Sa´d :
“..Ey Allah´ın Resulü, düşman evime kadar girip beni öldürmek için
elini kaldıracak olursa ne yapayım ” diye sorar. Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm) : “Hz. Adem´in oğlu ( Habil) gibi ol” der ve
Hz. Adem aleyhisselam´ın oğulları Kabil ile Habil arasında geçen
hadiseyi hülasa eden -ve Habil´in söylediği sözleri nakleden- şu ayeti
okur : “Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni
öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim. Çünkü ben, kainatın Rabbi olan
Allah´tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte
benim günahımı da yüklenesin de o ateş yârânından olasın. İşte
zalimlerin cezası budur” ( Maide 28-29).
Bir başka rivayette bu duruma düşecek olan bir kimseye Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm), daha açık bir ifade ile şu emri verir :
“Elini tutsun, Allah´ın öldürülen kulu ( Abdullahi´l-Maktul) olsun,
Allah´ın öldüren kulu ( Abdullahi´l-Katil) olmasın. Zîra kişi, İslam
cemaatinde bulunur da, kardeşinin malını yer, kanını döker, Rabbine
isyan eder ve böylece cehennem kendisine vacip olur.”
İbnu Ömer´den gelen bir rivayette ise Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm) şunları söyler : “Sizden birine, bir adam -yani ehl-i
kıbleden biri- öldürmek kastıyla geldiği zaman ( iki elinden birini
diğeri üzerine koyarak) ( Kur´an´da Habil´in Kabil´e söylediği sözü)
söyleyip Hz. Adem´in iki oğlundan en hayırlısı olmaktan aciz mi Zira bu
taktirde o, cennetliktir. Böyle yapmaz da geleni öldürecek olursa
cehennemliktir.”
Fitnede kıtalden men etmek maksadıyla bir başka sahabiye Resûlullah şu
mealde vasiyette bulunmuştur : “İnsanların iki ayrı emîre ( lidere)
biat ettiklerini gördüğün zaman, benimle birlikte katıldığın cihadlarda
kullanmış olduğun kılıcını al, kırılıncaya kadar Uhud dağına vur. Sonra
evinde otur. Günahkar bir el veya ölüm sana gelinceye kadar ( evinden
çıkma).”
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in Ebu Zerr´e yaptığı bir
tavsiyede, buraya kadar söylenenlerin ötesinde bir tedbirin emredildiği
görülmektedir. “Fitne zamanında eve giren düşmana karşı yüzünü örtmek.”
Rivayetin bizi alâkadar eden kısmı aynen şöyle : “… Dedim ki : “Ey
Allah´ın Resulü, ya evime de girecek olurlarsa ” Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi : “Eğer kılıcın parıltısının
sana galebe çalmasından ( yani eve giren düşmana mukabele etmekten)
korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört, ( seni öldürse
de karşılık verme). Böylece hem kendi günahıyla ve hem de senin
günahınla geri dönsün ve ateş ashabından ( cehennemlik) olsun.”
Aynı rivayette, evine gelen düşmana karşı silahına davranma hususunda
soran Ebu Zerr´e şu cevabın verildiğini görmekteyiz : “O taktirde,
sana gelen kimsenin içinde bulunduğu şeyde ( yani fitnede) ona ortak
olursun.” Nitekim Ebu Bekre´nin : “Benim üzerime düşmanlar girecek
olsalar, kendimi müdafaa için elimi silahıma uzatmam” dediği rivayet
edilmiştir.
Eyyûbu´s-Sahtiyani´nin de ifade ettiği üzere, Hz. Osman kendini öldürmek
için gelen katillerine mukabele etmemiştir. O, yukarıda kaydettiğimiz,
Hz. Adem´in oğlu Habil´in, kendini öldürmek isteyen kardeşine, “Andolsun
ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için
elimi sana uzatıcı değilim” dediğini haber veren ayetle, bu ümmetten
amel edenin ilki olduğu belirtilir.
Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın, fitne esnasında öldürmektense,
ölmeyi tercih edecek kadar fitneden uzak durma hususundaki
tavsiyelerine harfi harfine uymayı kendilerine şiar edinerek, Hz. Osman (
radıyallahu anh)´ın şehadetiyle teselsül eden fitnelerde Hz. Ali´nin
haklı olduğunu, muhaliflerinin haksız olduğunu kabul etmesine rağmen,
Hz. Ali safında yer almaktan kaçınan Sa´d İbnu Ebi Vakkas, Abdullah İbnu
Ömer, Muhammed İbnu Mesleme, Ebu Bekre ve diğerleri ( radıyallahu
anhüm ecmain) şu kanaati izhar etmişlerdir : “Fitneden uzak durmak
şarttır. Öyle ki, biri gelip kendisini öldürmek istese, ona karşı
müdafa-i nefis de yapılmaz” ( İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 16, 142).[43]
* Fitnede Mudafa-i Nefis :
Fitne zamanında kişi, evine kadar gelen düşmana bile mukabele etmekten
men edilince, karşımıza mütenakız bir durum çıkmaktadır. Zîra, İslam´da
tecavüz haram olmakla beraber, müdafa-i nefis helal addedilmiş ve hatta
buna teşvik edilmiştir. O kadar ki, malını, canını, namusunu müdafaa
sırasında öldürülen kimsenin manen şehid olacağı belirtilmiştir. Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur : “Kim malı( nı
koruma) için dövüşürken öldürülürse ( manevî) şehittir. Kim kanı( nı,
canını malını korumak) için dövüşür ve öldürülürse ( manevî) şehittir.
Kim ehli( nin korunması) için dövüşürken öldürülürse ( manevî)
şehittir. Kim din için dövüşürken öldürülürse o da şehittir.”
Bir seferinde, bir adam gelerek malına tecavüz eden kimseye nasıl
davranacağı hususunda Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´e sorar.
Aralarında geçen konuşma mal ve can müdafaasının meşruiyetini görmekte
burada kayda değer :
“Ey Allah´ın Resulü, bir adam gelerek malıma saldırsa ne yapmamı tavsiye edersin “
“Ona Allah´ı hatırlat.” Müteakip hadiste : “Allah´ı üç kere hatırlat” denir.
“Allah´tan korkmazsa “
“Etrafındaki Müslümanlardan ona karşı yardım iste.”
“Yanımda Müslümanlardan kimse yoksa “
“Ona karşı sultandan yardım iste.”
“Sultan beden uzaksa “
“Ahiret şehitlerinden biri oluncaya veya malını koruyuncaya kadar onunla dövüş.”
Rivayetin bir başka veçhinde : “…Dövüş. Öldürülsen cennetliksin,
öldürürsen öbürü cehennemliktir” denir. Kur´an-ı Kerim´de de -haddi
aşmamak kaydıyla- yapılacak kötülüğe denk bir kötülük yapmaya cevaz
verilmiştir : “Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük ( bir
misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah´a
aittir. Kim kendisine yapılan zulmün ardından herhalde hakkını alırsa,
artık bunlar aleyhinde ( me´suliyete) bir yol yoktur” ( Şura 40, 41,
42). Ayet ve hadislerde gelen bu müdafa-i nefis hakkı ile, daha önce
zikrettiğimiz yasak alimler arasında medar-ı münakaşa olmuştur. İmam
Nevevî, bu münakaşaları şöyle hülasa eder :
“Bu ve benzeri hadisler fitne zamanında hiçbir hal ve şartta kıtali caiz
görmeyenlerin hücceti olmaktadır. Alimler fitne sırasında yapılacak
kıtal üzerine farklı görüşler ileri sürdüler. Onlardan bir grub :
“Müslümanlar fitneye düştüğü zaman, düşman evin içine girmiş ve
öldürmeye teşebbüs etmiş bile olsa onunla kıtal edilmez; ona karşı
müdafayı nefiste bulunmak caiz değildir. Zîra eve gelen düşman ( kafir
değil) mütevvildir ( ayetleri inkar etmiyor, tevil ederek herkesçe
benimsenmeyen bir mânayı benimsiyor.) Bu görüş, Ashabtan Ebu Bekre ve
diğer bazılarının ( radıyallahu anhüm) görüşüdür.
İbnu Ömer, İmran İbnu´l-Husayn ve diğer bazılarının ( radıyallahu
anhüm) görüşüne göre, “fitneye karışılmaz, ancak, ölüm tehlikesi
karşısında nefis müdafaası yapılır.”
Bu iki görüş, Müslümanlar arasında çıkan fitnelerin hiçbirine girmemek
hususunda müttefiktir. Sahabe ve Tabiinin büyük çoğunluğu ve İslam
âlimlerinin tamamı, “fitnede haklı tarafa yardım etmek ve onlarla birlik
olarak asilere karşı mükatele etmek gerekir” demişlerdir. Nitekim
ayet-i kerimede de : “Eğer mü´minlerden iki zümre birbiriyle
dövüşürlerse aralarını ( bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine
karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah´ın emrine
dönünceye kadar savaşın…” denir.
Bu mevzuda sahih olan budur.
Hadisler ise, kendisine haklı tarafın karşı çıktığı kimseyle veya her
ikisi de zalim olan iki grupla alâkalıdır, şeklinde izah ve tevil
edilir. Bunlardan sadece biriyle tevil edilemez. Eğer birincilerin
dediği gibi hareket edilecek olursa fesad ortalığı kaplar, baği ve sapık
olanların hakimiyeti devam eder gider. Doğruyu Allah bilir.”
Fahreddin-i Razi de, müdafa-i nefsin meşruiyyetini te´yid etmekle
beraber, bunun mütecaviz tarafa mümkün olan asgari bir zarar vermek
suretiyle yapılması hususunda ehl-i ilmin ittifak ettiğini kaydeder.
Aliyyu´l-Kârî, Ebu Zerr´den gelen : “…Eğer kılıcın parıltısının sana
galebe çalmasından ( yani eve seni öldürmek için giren düşmana
mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü
ört..” mealindeki hadisin şerhini yaparken, Tîbî´den şöyle bir görüş
kaydeder : “…Doğrusu şudur : Eğer eve gelen düşman Müslüman ise ve
kendisine bir fesad da terettüp etmeyecek ise, onu defetmesi caizdir.
Eğer düşman kafir ise, mümkün mertebe def´i vacibtir.”
Fitne sırasında mütecavize -eve kadar gelmiş bile olsa- mukabele
edilmemesi görüşünde olanların delil olarak gösterdikleri ayet-i kerime
de ayrıca üzerinde durulması gereken bir ayettir. Mevzubahs olan ayette
Hz. Adem ( aleyhissalâtu vesselâm)´in oğlu Habil, kardeşi Kabil´e şunu
söyler : “Kasem ederim ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da
ben, seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben alemlerin Rabbi
olan Allah´tan korkarım. Ben isterim ki sen, benim günahımı da kendi
günahını da yüklenip varasın da, o ateşe layıklardan olasın…” ( Maide
28 ).
Bu ayetle alâkalı olarak, müfessir Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapar : “Burada iki sual vardır :
Birincisi : “Bir başka ayette mealen : “Hiç kimse başkasının
günahından sorumlu değildir” ( Fatır 18 ) dendiği halde, katil
maktulün günahını nasıl yüklenir Bu nokta birkaç veçh ile izah
edilmiştir. Bir hadis-i şerifte : “Birbirine küfreden iki kişinin
bütün söyledikleri, mazlum, haddi aşmadıkça ilk başlayana aittir”
denmektedir. Yani ilk başlayan hem aynen kendisinin günahını, hem de
sebep olduğundan dolayı arkadaşının bir mislini yüklenir. Fakat mazlum
tecavüz edip daha ileri gitmedikçe.”
Ayrıca ayette geçen : “Benim günahımı da..”, sözü “şayet sana karşı
mukabeleten el uzatırsam gireceğim günahın bir misli” demektir.
Binaenaleyh biri tecavüz eder, diğeri de mukabele eyler de ikisi de
maktul düşecek olursa, ilk başlayan iki cinayet, öbürü de bir cinayet
yapmış olur.
Beriki mukabele etmeyecek olursa bu, bir cinayetten de kurtulur. Fakat
katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur ki, birisi
mazlumu katletmek, diğeri kendini ukubete müstehak kılıp ateşe atmak
cinayetidir.
Bundan başka, “benim günahımı…” sözü, “beni öldürmek günahını…”
mânasına geldiği gibi, “kendi günahını..” sözü de “bundan evvelki
günahın ( Kabil´le ilgili olarak) ezcümle kurbanının kabul edilmemesine
sebep olan günahın” demek de olabilir. Nitekim bu ikinci mânayı İbnu
Abbas, İbnu Mes´ud, Hasan-ı Basrî gibi selefin büyükleri ayetten
anlamışlardır.
Eyyubu´s-Sahtiyanî, bu ayetle ilk amel eden Müslüman kimsenin Hz. Osman
olduğunu, kendini basanlara mukabele etmektense onlar tarafından
öldürülmeyi tercih ettiğini söyler.
Burada hemen kaydedelim ki, birbirini takip eden fenalıkların çıkmasına
sebep olan fitneci kimseye sadece ilk yaptığının günahı değil, arkadan
teselsül edecek fenalıkların da günahından bir misli gelecektir.
Nitekim, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar
işlenecek cinayetlerin günahından bir mislinin Hz. Adem ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in oğlu Kabil´e geleceğini, çünkü yeryüzünde bu menfur işi
onun başlattığını ifade eder.
İbnu Hacer´in bir kaydını nazar-ı dikkate alacak olursak, “fitneye
karışmak mı, karışmamak mı, fitne sırasında müdafa-i nefis caiz mi,
değil mi ” gibi ihtilaf ve münakaşaların, aslında bir ıstılah
karışıklığından ileri geldiği söylenebilir. Zîra, onun kaydettiği üzere,
alimlerin bir kısmına göre, “fitne” tabiriyle sadece dünyevî
maksatlarla çıkartılan kargaşaları anlamak gerekir. Bağy tabir edilen ve
meşru devlete, haksız bir teville karşı gelen isyancıların eylemi,
karışmaktan men edilen fitne değildir, bertaraf edilinceye kadar
bunlarla savaş gerekir.
Bu duruma göre, Nevevî´nin az önce sunduğumuz açıklamalarında rastlanan
-ve belli bir ölçüde, tenakuz olarak değerlendirilmesi mümkün olan-
müphemlik böylece ortadan kalkmış oluyor. Haklı tarafa yardım veya
ayet-i kerimede ifade edilen “birbiriyle dövüşen iki mü´min zümreden
mütecaviz olanla, Allah´ın emrine dönünceye kadar savaş” emri de, meşru
devlete karşı bir te´vile dayanarak, haksız olarak isyan edenlere karşı
devletin yanında yapılacak savaşı ifade eder. Değilse, devlete karşı
isyan eden muhtelif fırkalardan birini desteklemek mânasına gelmez.
İlerde bu bahse tekrar döneceğiz.[44]
5- Dilini Tutmak :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in bir kısım hadislerine göre,
fitne yoksa çıkaran, çıkmış ise büyütüp geliştiren ve fertleri fitnenin
getireceği şerlerin içine atan en mühim amillerden biri de “dil”dir.
Fitneye karşı mü´minleri uyarmak maksadıyla varid olan bir kısım
hadislerde dilin rolüne dikkat çekilerek, dilin kılıç gibi, hatta
kılıçtan da beter olduğu ifade edilmiştir.
Ebu Davud´da gelen Ebu Hüreyre rivayetinde : “Sağır, dilsiz ve kör
fitne gelecek. Fitneye azıcık meyledenin üzerine o, süratle gelir (
kendine çeker). Fitnede dilini oynatmak aynen kılıç oynatmak gibidir”
denir. Abdullah İbnu Amr´ın rivayetinde ise, dilin kılıçtan daha beter
tesir icra edeceği ifade edilir : “Haberiniz olsun ki, ilerde Arapları
darmadağın edecek fitne çıkacak. O yüzden ölenlerin hepsi ateştedir. O
zaman dil( i kullanmak) kılıç kullanmaktan beterdir.”
Yine Abdullah İbn-i Amr´dan gelen bir rivayette, Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in gelecek fitne ile alâkalı tasvir ve ihbarları
üzerine, “O çıktığı zaman ne yapalım ” diye soranlara : “Evine çekil,
diline sahip ol, maruf ile amel et, münkeri terket, kendi
çolukçocuğunla ilgilen, başkasıyla meşgul olma” şeklinde cevap verdiğini
görmekteyiz.
Hadiste yasaklanmış bulunan “fitnede dil oynatmak” tan maksad nedir
Aliyu´l-Kârî´nin Mirkat´ta naklettiği açıklamalara göre, halkın
dedikodusunu yapmak, fitneye karışanların lehinde veya aleyhinde
konuşmak, bir tarafı kötülerken bir tarafı övmek suretiyle iki gruptan
birini ta´n etmek, hep bu yasağa girmektedir. Hatta zalim idarecilere
haber götürüp ( ispiyonculuk yapmak) da bu yasağın tahtındadır. Zîra bu
davranış idarecinin öfkesini kabartarak öldürme, hapis, sürgün vesair
pek ciddi öyle fenalıklara sebep olur ki, kılıç kullanmak bu kadarını
yapamaz.
Münâvî, “dilini tutmak” emrinden, “konuşmazdan önce iyice düşünerek
sadece lehine olacak hususlarda konuşup, kendini ilgilendirmeyen
hususlarda hiç konuşmamayı” anlar.
Yukarıda kaydettiklerimizden öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in Hz. Muaz´a bir vesileyle söylemiş bulunduğu :
“Ey Allah hayrını veresice Muaz, insanları yüzüstü ateşe atan şeyin,
dilleriyle haset etiklerinden başkası olduğunu mu zannediyorsun ” sözü
fitne hakkında da aynen doğrudur : İnsanı fitneye atacak veya fitneden
koruyacak en mühim amillerden biri dildir.[45]
6- Kalben Kerahet
Fitnenin maddî ve manevî şerrinden kurtuluşun mühim şartlarından biri,
kalben fitneye buğzetmektir. Aslında münker olarak ifade edilen her
çeşit şer ve kötülüğün izalesi için eliyle, diliyle müdahale bir vecibe
kılınmış ise de, gerek şerrin büyüklüğü, gerek şahsın aczi gözönüne
alınarak “gücü yetiyorsa”, “fitneyi artırmayacaksa” gibi kayıtlar
konmuştur. Güçsüzlüğü sebebiyle şer ve fitneye eli ve diliyle müdahele
edemeyecek durumda olan kimselerden, ortadaki kötülüğe karşı, en azından
kalben kerahet istenmiştir. Buna da gücü yetmeyen kimse düşünülemez.
Dinimizin yasakladığı şeyleri , devrin icabı, modanın icabı,
bulunduğumuz cemiyetin icabı diyerek meşru görmek mümkün değildir. Kişi
birkısım münkerleri işlemek durumunda olsa bile, onun kötülüğünü kabul
etmek, kalben nefret etmek zorundadır.
Hadiste kesin bir dille şöyle denir : “Yeryüzünde bir hata işlendiği
vakit, bunu görüp de ikrah eden sanki orada bulunmayan birisi gibidir.
Orada bulunmadığı halde, işlenen fenalığı hoş görüp razı olan kimse de
sanki fenalığa şahit olmuş gibidir.” Evet hadiste, “Mü´minin niyeti
amelinden hayırlıdır” buyrulmuştur.[46]
7- Mal Ve Evlatça Hiffet
Gerek dağa çekilmek ve gerekse eve çekilmek suretiyle fiile konması
tavsiye edilen fitneden kaçma ve inzivanın gerçekleşmesine yardımcı
olacak durumların da ayrıca tavsiye edildiğine şahit olmaktayız. Bu
cümleden olarak, mal ve evlad azlığı zikredilmektedir. Bir rivayette Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) : “İkinci asrın başında sizin en
hayırlınız hissece hafif olanıdır” der. “Hissece hafiflik nedir ” diye
sorulunca : “Ehil ve malı olmayandır” diye cevap verir.
Bir başka rivayet de şöyle : “Öyle bir devir gelecek ki, o zaman
bekarlık helal olacak. O zaman dindar kişi, civciviyle kaçan bir kuş,
yavrusuyla kaçan bir tilki gibi, diniyle birlikte bir dağdan öbür dağa,
bir inden öbür ine kaçmadıkça selamet bulamaz. Bu meyanda namazını
kılar, zekatını verir ve hayır işleri dışında insanlardan uzak
durur.”[47]
8- Silah Edinmemek :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), fitneyi önleyici, şümûlünü
azaltıcı tedbirler meyanında “fitne sırasında silah satışını
yasaklamakla” kalmaz, elde herhangi bir silah bulundurulmasını
kesinlikle yasaklar. Rivayetlerde bu yasak “mevcutların kırılması”,
“taşa çalınması”, “tahtadan kılıç kuşanılması” şeklinde ifade edilir.
Şu noktayı bilhassa belirtmeliyiz : Silah edinmeme emri, hassaten
evinde kalanlara yapılmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere fitneye
karışmamak için ilk tavsiye edilen husus deve, koyun gibi hayvanlarını
alarak dağlara çekilmek veya ekim arazisinin başına geçmek, meskun
mahalden uzaklaşmaktır. Bu imkânlardan mahrum kişiye de evine kapanması
emredilir.
İşte bu sonuncu durumda olan kimsenin peşi takip edilebilir, fitneye
düşürülebilir. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bu ihtimali
asgariye düşürebilmek için bu durumdaki kimselere silah edinmemeyi
emretmektedir.
Söylenen bu hususu az yukarıda kaydettiğimiz Ebu Bekre hadisinin
devamında görmekteyiz : “…Fitne vaki olduğu zaman devesi olan
devesine, davarı olan da davarına iltihak etsin, kimin de arazisi varsa,
arazisine gitsin.” Bir adam sordu : “Ey Allah´ın Resulü! Ne devesi,
ne davarı ve ne de arazisi olmayan kimse ne yapacak ” Cevaben :
“Kılıcına gitsin, keskin tarafını taşa vursun, sonra da gücü yettiğince
fitneden kaçsın” dedi.”
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bu emrin ehemmiyetini
vicdanlarda tesbit için : “Ey Allahım, tebliğ vazifemi yaptım mı, ey
Allahım, tebliğ vazifemi yaptım mı, ey Allahım “tebliğ vazifemi yaptım
mı ” diye üç kere tekrar eder.
Hadisin bir başka veçhinde : “Kılıcını alsın, keskin tarafını kara
taşa vursun” denir. Muhammed İbnu Mesleme´ye de : “Kılıcını al, Uhud
dağına git, kırılıncaya kadar dağa vur” demiştir.
Nevevî : “Kılıcını taşa çalsın” emri ile hakikaten kılıcın kırılması
mı, yoksa bununla mecaz mı kastedildiği hususunu ele alarak bazı
alimlerin : “Hadisin zahirine göre, kişinin kendisine fitne kapısını
kapaması için, gerçekten kılıcı kırması gerekir” derken, bazılarının da
: “Bu mecazdır, asıl maksad kıtalin terkidir” dediğini belirtir. Ancak
birinci görüşün muteber görüş olduğunu kaydeder. Bu görüş başka
alimlerce de paylaşılmıştır.
Fitne çıktığı zaman kırılması gereken silah sadece kılıç değil, silahın
her çeşididir. Nitekim bir başka rivayette, fitne hakkında gerekli bilgi
verildikten sonra : “Yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parça parça
edin, kılıçlarınızı taşa vurun ( ve evlerinizin içine girin). Buna
rağmen birinizin üzerine gelirlerse, Hz. Adem´in iki oğlundan hayırlısı (
Habil) gibi olun” buyurur.
Yayın kırılmasından sonra kirişin bir işe yaramayacağı bedihi olduğu
halde, kirişin de parçalanmasının emredilmesinde, bazı alimler,
yasaktaki mübalağanın vurgulanma gayesini görmüşlerdir. Fakat başkasının
istifade etmesini önleme gayesine de matuf olduğu söylenmiştir.
Birçok durumlarda Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in ashabına :
“Müslümanlar arasında fitne çıktığı vakit tahtadan bir kılıç edinin”
diyerek öldürücü silah bulundurma yasağını dile getirdiğini görmekteyiz.
Hadis kitapları, bu yasağa da harfiyyen uyup tahtadan kılıç taşıyanların
örneklerini zikreder. Bunlardan biri Ebu Müslim´dir, bir diğeri Ühban
İbnu Sayfi´dir. Ebu Müslim ile alâkalı rivayet aynen şöyle : “Hz. Ali,
Hz. Muaviye ile olan mücadelesi sırasında hazırlık yapmak üzere
Basra´ya gelir ve Ebu Müslim´e uğrayarak : “Bana yardım et” der. Ebu
Müslim “hayır” diye kestirip atmaktansa lisan-ı hal ile bunu ifade
etmeyi tercih ederek kılıcını getirir. Kınından bir karış kadar sıyırır.
Hz. Ali ( radıyallahu anh)´ye bunun tahtadan olduğunu gösterdikten
sonra şu açıklamayı yapar : “Can dostum ve senin amcaoğlun (
aleyhissalâtu vesselâm) benden, “Müslümanlar arasında fitne çıktığı
zaman tahta kılıç edinmem” hususunda söz aldı ( ve ben de yaptım. Buna
rağmen) seninle harbe çıkmamı istersen yine de çıkarım.” Hz. Ali şu
cevabı verir : “Ne sana, ne de kılıcına ihtiyacım yok.” [48]
İKİNCİ FASIL
ZAMANLA VUKÛA GELECEK FİTNE VE HEVÂLARDAN ZİKREDİLENLER
UMUMÎ AÇIKLAMA
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), fitne hadislerinde, kıyamete
kadar Müslümanlar arasında cereyan edecek pek çok hadisatı haber
vermiştir. Hz. Huzeyfe´nin ifadesiyle etrafında üç yüz kişi
toplayabilecek fitne başlarını adları, baba adları, kabile adlarıyla
bildirmiştir.
Yani fitne ile ilgili oldukça teferruata inen ihbarlarda bulunmuştur.
Bugün bize rivayet edilebilen hadisler, Hz. Huzeyfe´nin dediği açıklıkta
bir fitneler listesi çıkarmamıza imkan tanımaz. Ancak, Teysir
müellifinin koyduğu başlıktan, bu hadislerin iki kısımda mütalaa
edilebileceğine inanıyoruz :
1- İsmi zikredilen sarih fitneler.
2- İsmi zikredilmeyen, umumî vasıfları zikredilen fitneler.
İsmi zikredilenleri, şarihler hadiseler vuku buldukça “bu fitne falan
hadiste haber verilen fitnedir” diye belirtmişlerdir. İkinci kısmı, izmi
zikredilmeyen, vasfı zikredilen fitneler teşkil eder. Kıyamete kadar,
İslam aleminin her köşesinde her devirde vukua gelecek hadiselere
bunları tatbik etmek mümkündür. Ancak, hadis sarih olmadığı için, bu
çeşit tatbiklerde ve yorumlarda kesin ifadeden kaçınmak gerekir,
ihtimalli konuşmak ihtiyata muvafık olur.
Biz burada, hadislere geçmezden önce fitnelerin çeşitleriyle ilgili
umumi bir açıklamada bulunacak, sonra hadisleri ve -gereken yerlerde-
açıklamalarını kaydedeceğiz : [49]
FİTNENİN ÇEŞİTLERİ :
Bir hadiste, giderek ağırlaşacak olduğu bildirilen dört ayrı fitneden
bahsedilmektedir : “Dört ( büyük) fitne vukua gelecek. Birinci
fitnede kan dökmek helal addedilecek; ikincisinde hem kan hem de mal
helal addedilecek; üçüncüsünde kan, mal ve ferc ( ırza tecavüz) helal
addedilecek. Dördüncüsü ise Deccal fitnesidir.”
Ebu Davud´da yer alan bir rivayet de dikkat çekicidir. İbnu Ömer
anlatıyor : “Biz bir grup kimse, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in yanında idik. Bize fitnelerden bahsetti ve ısrarla üzerinde
durdu. Bu meyanda “demirbaş fitne”yi ( fitnetu´l-ahlas) mevzubahs
etti. Derken dinleyenlerden birisi : “Ey Allah´ın Resulü, demirbaş
fitne de nedir ” diye sordu. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) :
“O, ( kin, husumet ve düşmanlık sebebiyle insanlardan) kaçmaktır, (
mal ve ehil yağmalandığı için) açıkta kalmaktır. Sonra refah fitnesi (
fitnetu´sserra) var. Bunun dumanı Ehl-i Beytimden bir adamın ayaklarının
altından ( gelir). O, kendisini benden zanneder, o benden değildir.
Benim dostlarım müttaki kimselerdir. Sonra insanlar, ilmi ve fikri nakıs
olduğu için ehil olmayan, kararsız bir kimsenin etrafında toplanırlar.
Sonra yaygın ( yani herkese bulaşan) fitne ( fitnetu´dduheyma) gelir.
Bu fitne ümmetimden kimseyi istisna etmez, hepsine bir darbe vurur. Her
ne zaman bittiğine hükmedilse, yine başlar ve temadi eder gider. Bu
fitne zamanında kişi, mü´min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Bu
zamanda insanlar iki ayrı gruba ayrılır :
1) İman grubu ki, burada nifak yoktur.
2) Nifak grubu ki burada da iman yoktur.
İşte siz bu durumda iken, artık sabah-akşam Deccal´ın gelmesini bekleyin.”
Bu hadiste sözkonusu edilen fitne çeşitleri birbirini takiben ortaya
çıkacak fitneler olabileceği gibi, birbiriyle öncelik, sonralık irtibatı
olmayan fitneler de olabilir.
Kur´an-ı Kerim´de, bilhassa geldiği zaman, sadece zalimlere değil,
herkese çarpan fitneye karşı dikkat çekilmiş olması da ( Enfal 25),
fitnelerin çeşitli olacağını te´yid etmektedir. Hatta ayette geçen
fitnenin yukarıda zikri geçen “yaygın fitne ( fitnetu´dduheyma) olduğu
da söylenebilir.
Bir başka hadiste Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) fitneden daha
değişik kelimelerle bahseder : “Şurası muhakkak ki, benden sonra
henat ve henat ( yani şerler ve fesatlar) olacak. Cemaatten ayrılan
veya Muhammed ümmetinin birliğini bozmak isteyen birisini gördünüz mü,
bu herifi kim olursa olsun öldürün. Zîra Allah´ın ( yardım) eli cemaat
üzerindedir. Şeytan ise cemaatten ayrılanla birliktedir.”[50]
DECCAL FİTNESİ :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde yeralan fitne
çeşitlerinden bahsederken Deccal fitnesinden ayrıca bahsetmemiz
gerekmektedir. Zîra, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bilhassa
bu fitneye karşı mükerreren uyarıda bulunmuştur. Hadislere göre, bu
fitne, insanlığın en büyük fitnesidir. Hz. Nuh´tan bu yana bütün
peygamberler aleyhimüsselam, ümmetlerini Deccal fitnesine karşı
uyarmışlardır. Deccal´in iki gözünün arasında kafir yazılıdır, okuma
yazmayı bilen de bilmeyen de bunu okur. Deccal´ın beraberinde ateş ve
cennet beraber bulunur, onun ateşi cennet, cenneti ateştir. Onun iki
akan nehri vardır. Bakınca biri tatlı sudur, diğeri yakıcı ateştir.
Fakat kim buna kavuşursa ateş olan nehre gelmeli, ondan içmelidir. Zîra o
aslında tatlı sudur. Deccal Medine ve Mekke haricinde her beldeye ayak
basacaktır. Çıkacak olan Deccal sayıca otuzu bulacak, hepsi de Allah ve
Resulü hakkında iftiralar düzerek küfre düşecek vs.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in, Deccal fitnesine karşı vaki
uyarıları tebligatında mühim bir yer tutar. Bu husus, Deccal´le alâkalı
rivayetlerin çokluğundan anlaşılabileceği gibi, bilahare bunun, selef
tarafından mahalle mekteplerinde muallimler tarafından çocuklara
öğretilecek bilgiler arasında yer verilmesi gerektiğine hükmedilecek
kadar ehemmiyet verilmiş olmasından da anlaşılmaktadır.
Esasen Heysemi tarafından sıhhati te´yid edilen bir hadiste Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), Deccal fitnesine karşı halkı
devamlı uyarmayı tavsiye etmekte bunun terkini hoş karşılamamaktadır :
“İnsanlar Deccal´ı zikrettiği, imamlar minberlerden bunu duyurmaya
devam ettiği müddetçe Deccal çıkmaz.” Öyle ise, bazı hadislere göre,
namazların arkasında istiaze edilecek, Allah´ın yardımı talep edilecek
dört şeyden biri “Deccal fitnesi” olmalıdır.
Fitne üzerine gelen ve bazan birbirine zıd olan tavsiflerin, farklı
zaman ve farklı mekanlarda zuhur edecek, mahiyetçe birbirinden farklı
fitnelerle alâkalı olduğuna şarihlerce de dikkat çekilmiştir. Nitekim
Buhari şarihi aynî, muhtelif hadislerde kıyamet alâmetleri olarak beyan
edilen “cimriliğin artması” ile, yine muhtelif hadislerde ifade edilen
“bolluğun artması” gibi zıt durumları, dediğimiz şekilde te´lif zımnında
şunları söyler : “Her ikisi de ( yani bolluğun artması da,
cimriliğin artması da) kıyamet alâmetlerindendir. Fakat, her biri başka
başka zamanlara aittir.”[51]
DEVLETE İSYAN :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde mevzubahs
edilen fitneleri, başta Ashab olmak üzere, her devir âlimleri kendi
zamanlarındaki huzursuzluklara tatbik etmişlerdir. Zamanımızın
Müslümanları da tabii olarak aynı şeyi yapmak isteyecektir. Ancak,
kıyamete kadar gelecek her devre hitap eden Resulullah´ın sözlerini
belli bir asırda yorumlarken, hataya düşmemek için son derece dikkat
etmek gerekir.
Bu sebeple “imtihan”dan “isyan”a kadar pek çok mânaları ihtiva eden
fitne ve müteradifi tabirlerle alâkalı açıklamalarda yanlış anlamalara,
tehlikeli ve ters yorumlara düşmeyi önlemek için, devlete karşı gelmek
şeklinde ifadesini bulan dahilî fitneler hususunda fukahanın taksimat ve
değerlendirmesini burada kaydetmeyi lüzumlu görüyoruz. Esasen gayemiz,
bugünkü fiilî durumu teker teker ele alarak tahlil etmekten ziyade,
İslamî ölçüyü, sünnette, Kur´an´da ve alimlerin değerlendirmelerinde yer
almış olan zaman ve mekanüstü endazeyi okuyucunun eline vermeye
çalışmaktır. Ölçme işini, miyara vurma işini okuyucunun ferasetine
bırakacağız.
Fakihler, meşru otoriteye ( veliyyü´l-emr´e) itaat etmemek, karşı
gelmek şeklinde tezahür eden davranışları adi suçlardan ayrı mütalaa
etmişlerdir. Günümüzde de bu çeşit cürümlere kısaca “siyasî cürüm”
diyoruz. İslam fakihleri bu siyasî cürmü işleyenleri dört grupta mütalaa
etmişlerdir : [52]
1- Bugat :
“Ulu´l-emrin haklı olan emirlerine haksız olarak isyan edip, bir bölgeyi
zorbalığı altına alanlardır.” Bunları diğer isyankâr gruplardan ayıran
vasıflar şunlardır :
a) Bunlar otoriteye ( Veliyyü´l-emr´e) karşı bir te´vile ( haklı gibi
görünen bir bahaneye) dayanarak haksız yere isyan ederler.
b) İsyan etmiş olmakla beraber, kendilerinden olmayan Müslümanların
kanlarını, mallarını helal ve zürriyetlerinin esir edilmesini mübah
görmezler.
Bunlar esas olarak bir te´vile dayanarak isyan ettikleri, yağma vs.´yi
mübah görmedikleri için, bunlarla yapılan savaşta, bunların telef ettiği
mal ve can sebebiyle, kendilerine ceza terettüp etmez. Fukaha bu hükmü
Zührî´den gelen şu rivayete istinad ettirmiştir : “Hz. Peygamber´in
ashabının çokca bulunduğu bir zamanda fitne çıktı. Ashab şu hususta
ittifak ettiler : “Kur´an´ın te´vili ile helal addedilen her kan
bırakılmıştır. Kur´an´ın te´vili ile helal addedilen her mal
bırakılmıştır, Kur´an´ın te´vili ile helal addedilen her ferc
bırakılmıştır ( bunlar için ceza verilmez).” Bu hususta Sahabe´nin
icmaı hasıl olmuştur. Bağiler desteksiz ise esirler öldürülmez, kaçanlar
kovalanmaz. Arkaları varsa esir edilirler veya hapsedilirler.
İmam, bağilerin oyalama nevinden olmayan sulh teklifini, durumlarını
görmek için kabul edebilir. Ancak, buna mukabil para alamaz.[53]
2- Kutta-ı Tarik ( Yol Kesenler) :
Bunlar otoritenin ( veliyyü´l-emr´in) itaatinden bir te´vile müstenid
olmaksızın çıkarak yolları kesen halkın can ve malına kasteden
kimselerdir.Bunların geride güvenip dayandıkları bir şey ( teşkilat,
kuvvet, teşvikçi gibi bir nokta-i istinad) bulunsa da bulunmasa da bu
ismi alırlar.[54]
3- Kutta-ı Tarik Mesabesinde Olanlar :
Bunlar da veliyyü´l-emrin ( otoritenin) itaatinden bir te´vile müstenid
olarak çıkan, geride güvenip dayandıkları bir şey bulunmayan
kimselerdir.
Bu iki gruba “yolkesenler”le alâkalı ahkâm uygulanır.[55]
4- Havariç :
Bunlar kendilerince haklı olan bir te´vile dayanarak isyan edenlerdir. Ancak te´villerine dayanarak,
a) Otoritenin kâfir olduğunu ileri sürerler.
b) Otorite ile savaşmanın farz olduğunu kabul ederler.
c) Kendilerine muhalif olan Müslümanların öldürülüp, mallarının
gasbedilmesini ve zürriyetlerinin de esir edilmesin helal addederler.
d) Bunlar, geride güvenip dayanacakları bir şeye de sahiptirler.
Hariciler cumhur-u fukahaya ve ehl-i hadisin ekserisine göre bugat (
asiler) hükmündedirler. Bazı ehl-i hadise göre bunlara mürted ahkâmı
tatbik edilir.[56]
* İSMİ ZİKREDİLEN FİTNELER
ـ4766 ـ1ـ عن حُذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]كُنَّا عِند عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ عَنْه فقال : أيُّكُمْ يَحْفَظُ حَدِيثَ رَسُولِ اللّهِ #
في الْفِتْنَةِ؟ فَقُلْتُ : أنَا. قَالَ : إنَّكَ لَجَرِئٌ؛ وَكَيْفَ؟
قَالَ قُلْتُ : سَمِعْتُهُ يَقُولُ : فِتْنَةُ الرَّجُلِ في أهْلِهِ
وَمَالِهِ وَوَلَدِهِ وَنَفْسِهِ وَجَارِهِ يُكَفِّرُهَا الصِّيَامُ،
وَالصََّةُ، وَالصَّدَقَةُ، وَا‘مْرُ بِالْمَعْرُوفِ، وَالنَّهْىُ عَنِ
الْمُنْكَرِ فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه : لَيْسَ هذَا أُرِيدُ
إنَّمَا أُريدُ الَّتِى تَمُوجُ كَمَوْجِ الْبَحْرِ قَالَ
فَقُلْتُ : مَالَكَ وَلَهَا يَا أمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ! إنَّ بَيْنَكَ
وَبَيْنَهَا بَاباً مُغْلِقاً. قَالَ : فَيُكْسَرُ الْبَابُ أوْ
يُفْتَحُ؟ قَالَ : قُلْتُ : َ. بَلْ يُكْسَرُ. قَالَ : ذلِكَ أحْرَى
أنْ َ يُغْلَقَ أبَداً. فَقُلْنَا لِحُذَيْفَةَ : هَلْ كَانَ عُمَرُ
يَعْلَمُ مَنِ الْبَابُ؟ قَالَ : نَعَمْ، كَمَا يَعْلَمُ أنَّ دُونَ غَدٍ
اللَّيْلَةَ، إنِّي حَدَّثْتُهُ حَدِيثاً لَيسَ بِا‘غَالِيطِ. فَقِيلَ
لِحُذَيْفَةَ : مَنِ الْبَابِ؟ قَالَ : عُمَرُ[. أخرجه الشيخان
والترمذي .
1. ( 4766)- Huzeyfe ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Hz. Ömer ( radıyallahu anh)´in yanında idik : Bize :
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın fitne hakkındaki hadisini kim
hafızasında tutuyor ” dedi. Ben atılıp : “Ben biliyorum!” dedim.
“Sen iyi cür´etlisin, nasılmış söyle bakalım!” dedi. Ben de anlattım :
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim. Demişti ki :
“Kişinin fitnesi ehlinde, malında, çocuğunda, nefsinde ve komşusundadır.
Oruç, namaz, sadaka, emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´lmünker bu fitneye
kefaret olur!”
Ömer ( radıyallahu anh) atılıp : “Ben bu fitneyi kastetmemiştim. Ben
öncelikle denizin dalgaları gibi dalgalanacak ( bütün cemiyeti
sarsacak) fitneyi kastetmiştim!” dedi. Bunun üzerine ben :
“Ey mü´minlerin emîri! O fitne ile sizin ne alâkanız var! Sizinle onun arasında kapalı bir kapı mevcut!” dedim.
“Bu kapı kırılacak mı, açılacak mı ” dedi.
“Hayır açılmayacak bilakis kırılacak!” dedim. Hz. Ömer ( hayıflanarak) :
“( Eyvah) Öyleyse ebediyen kapanmayacak!” buyurdu.” Ravi der ki : “Biz Huzeyfe ( radıyallahu anh)´ye sorduk :
“Ömer bu kapının kim olduğunu biliyor muydu “
“Evet, dedi. Yarından önce bu gecenin olacağını bildiği katiyyette onu
biliyordu. Ben hadis rivayet ettim; boş söz ( ve efsane) anlatmadım.
“Huzeyfe ( radıyallahu anh)´ye soruldu :
“O kapı kimdir “
“Ömer ( radıyallahu anh)´dir!” buyurdu.” [Buharî, Mevakitu´s-Salat 4,
Zekat 23, Savm 3, Menakıb 25, Fiten 17; Müslim, Fiten 17, ( 144);
Tirmizî, Fiten 71, ( 2259).][57]
ـ4767 ـ2ـ وفي رواية لمسلم رحمه اللّه قال : ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ #
يَقُولُ : تُعْرَضُ الْفِتَنُ عَلى الْقُلُوبِ كَالْحَصِيرِ عَوْداً
عَوْداً. فأىُّ قَلْبٍ أُشْرِبَهَا نَكَتَتْ فِيهِ نُكْتَةً سَوْدَاءَ،
وَأىُّ قَلْبٍ أنْكَرَهَا نَكَتَتْ فيهِ نُكْتَةً بَيْضَاءَ حَتّى يَصِيرَ
عَلى قَلْبَيْنِ : قَلْبٍ أبْيَضَ مِثْلِ الصَّفَا فََ يَضُرُّهُ
فِتْنَةٌ مَا دَامَتِ السَّمواتُ وَا‘رْضُ وَاŒخَرُ أسْوَدُ مُرْبَادٌّ
كَالْكُوزِ مَجْخِيّاً َ يَعْرِفُ مَعْرُوفاً وََ يُنْكِرُ مُنْكَراً إَّ
مَا أُشْرِبَ مِنْ هَوَاهُ؛ وَفيهِ قَالَ حُذَيْفَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه :
إنَّ بَيْنَكَ وَبَيْنَهَا بَاباً مُغْلَقاً يُوشِكُ أنْ يُكْسَرُ قَالَ
عُمَرُ : أكَسْراً َ أبَالَكَ؟ فَلَوْ أنَّهُ فُتِحَ، كَانَ لَعَلَّهُ
يُعَادُ. قَالَ : وَحَدَّثْتُهُ أنَّ ذلِكَ الْبَابَ رَجُلٌ يُقْتَلُ أوْ
يَمُوتُ حَدِيثاً لَيْسَ بِا‘غَالِيطِ. فَقُلْتُ لِسَعْدِ بْنِ طَارِقٍ :
مَا أسْوَدُ مُرْبَادٌّ؟ قَالَ : شِدَّةُ الْبَيَاضِ في سَوَادٍ.
قُلْتُ : فَمَا الْكُوزُ مُجْخِيّاً؟ قَالَ : مَنْكُوساً[.»والجرأةُ«
ا“قدام على ا‘مر العظيم.و»ا‘غاليطُ« جمع أغلوطة، وهى المسائل التي يغلط
بها، وا‘حاديث التي تذكر للتكذيب.وقوله : »كَالْحَصِير عَوْداً عَوْداً«
معناه أن القلوب تحيط بها الفتن حتى تكون فيها المحصور والمحبوس، يقال حصره
القوم : إذا أحاطوا به وضيقوا عليه.وقوله : »عَوْداً عَوْداً« بفتح
العين : أي مرة بعد مرة.و»أشربها« أى دخلت فيه وقبلها وسكن إليها .
و»النكتة« ا‘ثر.و»المربادُّ« الذي في لونه ربدة، وهى لون بين السواد والغبرة.و»المجخيُّ« المائل عن استقامة واعتدال هاهنا .
2. ( 4767)- Müslim rahimehullah´ın bir rivayetinde ( Huzeyfe
radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ı
işittim. Demişti ki :
“Fitneler, tıpkı ( kamışlardan örülen) hasır gibi, ( insanların
kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda
siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir
benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar : Biri cilalı taş
gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez.
Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne
iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan ( beşerî değerlerden)
kendisine ne yutturulmuşsa, onu ( hak veya batıl) bilir.
“Bu rivayette Huzeyfe ( radıyallahu anh) der ki : “( Ey Ömer!)
Seninle o fitne arasında kapalı bir kapı vardır kırılması yakındır!”
Hz. Ömer atıldı : “Ey babasız kalasıca! O kırılacak mı keşke
açılsaydı. Böylece tekrar ( kapatılarak eski normal hale) dönülürdü!”
Huzeyfe der ki : “Ben ona bu kapı ile öldürülecek veya ölecek bir
şahsın kinaye edildiğini bildiren bir hadis söyledim. Mugalata ( ve
efsane anlatıp boş laf) etmedim.”
Ravi der ki : “Sa´d İbnu Tarık´a ( hadiste geçen) “esvedü mürbad” tabiri ne demektir ” diye sordum.
“Siyah üzerine şiddetli beyazlıktır” dedi. Ben tekrar “elkûzu mechıyy”
nedir ” dedim. “Tepetaklak ( ters çevrilmiş) testi!” diye cevap verdi.”
[Müslim, İman 231, ( 144).][58]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis, Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın, istikbalde
olacakları ihbar sınıfına giren mucizelerdendir. Aslında gaybı sadece
Allah bilir. Ancak Allah´ın bildirmesiyle insanlar da bilebilir.
Peygamberler, Allah´ın gaybı bildirme nimetine en ziyade mazhar olan
kimselerdir. Resul-i Ekrem ( aleyhissalâtu vesselâm), en kamil
mertebede bu nimete mazhar olmuştur. Şarihler, bu hadisle Hz. Ömer´in
şehit olacağının ihbarı ile Hz. Osman fitnesinin haber verildiğini
belirtirler.
2- Bizim dikkat çekeceğimiz bir mucize de fitneye düşenlerin psikolojik
halleriyle ilgili beyanlardır. Bunu da bir mucize olarak
değerlendirmemize hiç bir mani yoktur. Fitneye tam olarak düşmüş olan
kimsede herkesçe müsellem olan değerlerin kaybolduğu, kendisine
“içirilen” -ki yutturulan diye tercüme ettik- dışında bir değer
tanımadığı belirtilmiştir.[59] Günümüzde bu tip insanları fiilen
gördüğümüz için hadisin demek istediği gerçeği daha iyi anlama şansına
sahibiz. Aksi takdirde inayet-i İlahiyeye mazhariyet dışında bir imkânla
bu hadisin mesajını anlamamız mümkün olmayacaktı.
Hadisin anlaşılması için ma´ruf ve münker tabirlerine dönelim :
Ma´ruf, şeriatın ve aklın güzel bulduğu şeydir. Ma´rufla, insanlarca
elbirlik takdir edilen şeriatça te´yid edilen müşterek değerler sistemi;
bir başka ifadeyle iyi olan şeylerin ifade edildiğini, münkerle de yine
insanlarca elbirlik reddedilen, takbih edilen, şeriatça da çirkinliği,
kötülüğü, zararlılığı te´yid edilen değerlerin ifade edildiğini bilmek
gerekir. Bu değerler ferdî değildir, beşerî değildir. Bu sebeple hadis,
bunların heva olmadığına dikkat çeker. Hadis, fitneye düşen kimsenin,
insanlarca ma´ruf kabul edilmiş bir şeyi maruf addetmediğini; münker
bilinen şeyi de münker görmediğini buna mukabil kendisine yutturulan
yeni değerler sistemine göre hükmettiğini belirtir. Yeni değerler
sistemine hadis heva demektedir. Bir ayet, İlahi değerler yerine
“heva”nın konulmasını halis şirk ilan etmektedir : “Gördün mü o heva (
ve heves)ini tanrı edinen kimseyi Şimdi onun üzerine ( habibim) sen
mi bir bekçi olacaksın Yoksa onların çoğunu hakikaten ( söz) dinlerler,
yahut akıllanırlar mı sanıyorsun Onlar başka değil, dört ayaklı
hayvanlar gibidir. Belki yolca daha sapıktır” ( Furkan 43-44).
Ayet-i kerime, beşerî hevaya saplanarak İlahî menşeli marufu “iyi”;
münkeri de “kötü” kabul etmeyenleri dört ayaklıdan beter ilan
etmektedir.
Böylece sadedinde olduğumuz hadiste, günümüzde çağdaşlık, hümanizm,
laisizm gibi yaftalarla nikah, edeb, tesettür, haya, ibadet gibi
marufları gericilik diye reddeden; fuhuş, içki, kumar, açıksaçıklık,
ahlaksızlık, hayasızlık gibi her çeşit münkeri de ilericilik diye hoş
göstermeye, müdafaalarını yapmaya kalkan insanların hem yetişme
vetirelerinin ve hem de ruhî yapılarının en beliğ bir tasvirini görmüş
olmaktayız.
3- Hadisle ilgili ilave yorumları müteakiben kaydedeceğiz.[60]
ـ4768 ـ3ـ وعن أبى بكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : يَنْزِلُ أُنَاسٍ مِنْ أُمَّتِى بِغَائِطٍ يُسَمَّى
الْبَصْرَةَ عِنْدَ نَهْرٍ يُقَالُ لَهُ دِجْلَةُ. يَكُونُ عَلَيْهِ جِسْرٌ
يَكْثُرُ أهْلُهَا، وَتَكُونُ مِنْ أمْصَارِ الْمُهَاجِرِينَ. فَإذَا
كَانَ في آخِرِ الزَّمَانِ جَاءَ بَنُو قَنْطُورَاءَ عِرَاضُ الْوُجُوهِ
صِغَارُ ا‘عْيُنِ، حَتّى يَنْزِلُوا عَلى شَطّ النَّهْرِ، فَيَتَفَرَّقُ
أهْلُهَا ثَثَ فِرَقٍ : فِرْقَةٌ يَأخُذُونَ أذْنَابَ الْبَقَرِ
والْبَرِّيَةِ وَهَلَكُوا، وَفِرْقَة يَأخُذُونَ ‘نْفُسِهِمْ وَكَفَرُوا،
وَفِرْقَةٌ يَجْعَلُونَ ذَرَارِيَّهُمْ خَلْفَ ظُهُورِهِمْ
وَيُقاتِلُونَهُمْ، هُمْ الشُّهَدَاءُ[. أخرجه أبو داود.»الغائط« المطمئن
من ا‘رض.و»البصرة« الحجارة البيض الرخوة، وبها سميت البصرة.و»بَنُو
قَنْطُورَاءَ« هُم الترك، يقال إن قنطوراء اسم جارية كانت “براهيم الخليل
عليه الصة والسم، ولدت له أوداً جاء من نسلهم الترك .
3. ( 4768 )- Hz. Ebu Bekr ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında, Basra
denen geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir köprü vardır.
Oranın halkı ( kısa zamanda) çoğalır ve muhacirlerin
[Müslümanların[61]] beldelerinden biri olur. Ahirzamanda geniş yüzlü,
küçük gözlü olan Benî Kantûra gelip nehir kenarına inerler. Bundan böyle
( Basra) halkı üç fırkaya ayrılır :
* Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılıp ( kır ve ziraat hayatına dönerler, bunlar) helak olurlar.
* Bir fırka nefislerini( n kurtuluşunu esas) alırlar ( ve Benî Kantûra
ile sulh yolunu) tutarlar. Böylece bunlar küfre düşerler.
* Bir fırka da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte bunlar şehit olurlar.” [Ebu Davud, Mehalim 10, ( 4306).][62]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis, henüz Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın zamanında
mevcut olmayan, Hz. Ömer zamanında, hicrî 27 yılında, Utbe İbnu Gazvan
tarafından kurulan ve içerisinde hiç puta tapılmamış olan Basra
şehrinden bahsetmektedir. Ancak bazı alimler başka görüştedir.
Aliyyu´l-Kari şu açıklamayı kaydeder : “El-Eşref der ki :
Aleyhissalâtu vesselâm bu şehirle, Medinetu´s-Selam olan Bağdat´ı
kastetmiştir. Zîra Dicle hadiste geçen kırdır. Köprü de Bağdat´ın
ortasında mevcuttur. Basra´nın ortasında köprü yoktur. Resulullah
Bağdat´ı Basra diyerek tanıtmıştır. Çünkü Bağdat´ın dışında kapısına pek
yakın bir yer vardır; Babu´l-Basra denir. Aleyhissalâtu vesselâm
böylece, Bağdat´ı, ya bir kısmının ismiyle isimlendirmiş olmaktadır;
yahut da muzafın hazfedilmesiyle[63] tıpkı ayet-i kerimede وَاسْألِ
الْقَرْيََةَ dendiği gibi. Bağdat dahi Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm) devrinde bugünkü şekliyle kurulmuş değildi. Keza Aleyhissalâtu
vesselâm devrinde, şehirlerden bir şehir de değildi. Bu sebeple
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) : “Müslümanların beldelerinden
biri olur” demiş, geleceğe matuf konuşmuştur. Aleyhissalâtu vesselâm
zamanında bilakis ( o civarda), Kisra´nın Medain şehri çıktıktan sonra
Basra´ya mensup, onun nahiyeleri sayılan bir kısım köyler vardı ( büyük
bir şehir yoktu). Ayrıca, meselenin bir başka yönü daha var :
Zamanımızda, Türklerin Basra´ya savaş suretiyle girdiğine dair kimse bir
şey işitmiş değildir. Hadisin mânası şu olmalıdır : “Ümmetimden bir
kısmı, Dicle yakınlarına inecek ve orada yerleşecektir. Burası Müslüman
beldelerden biri olacaktır.” İşte burası Bağdat´tır.” (
Aliyyu´l-Kârî´den.)
2- Benî Kantûra ile Türklerin kastedildiği kabul edilmiştir. Hattâbi,
“dendiğine göre” diyerek şu açıklamayı kaydeder : “Kantûra Hz.
İbrahim´in cariyesinin ismidir. Hz. İbrahim´in bundan çocukları dünyaya
geldi. Türkler bu çocuklardan çoğalmadır.” Bazı açıklamalara göre
Kantûra, Türklerin atasının ismidir. Bazı âlimler bu açıklamaları
reddeder ve “Türklerin, Hz. Nuh´un oğullarından Yafes´ten çoğaldıklarını
ileri sürer. Hz. Nuh aleyhisselam, Hz. İbrahim´den çok önce yaşadığına
göre Türklerin Hz. İbrahim´le bir irtibatı olmamalıdır. Görüşlerdeki bu
zıtlığı, “Cariyenin, Yafes evladından olması mümkündür” veya “Cariye
ile, -Hazreti İbrahim´in evladlarından gelmesi haysiyetiyle- Hz.
İbrahim´e mensup, Yafes´in evladlarından biriyle evlenmiş bir kızın
kastedilmiş olması, Türklerin mezkur evlilikten hasıl bulunması da
mümkündür” gibi uzlaştırıcı açıklamalarla kaldırmaya çalışanlar da
olmuştur.
Şunu kaydetmek isteriz : Yeryüzündeki ırkların menşei bugün dahi ilmî
kesin bir çözüme kavuşmuş değildir. Sadece bazı nazariyeler mevcuttur.
Kaydedilen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, eski kitaplarımız da,
çok sağlam ve kesin bir kaynağa dayanmaksızın, malumat-ı mütearife
şeklinde yaygınlık kazanmış olan birkısım rivayeti, bütün
farklılıklarıyla birlikte tekrar etmektedirler. İlerde Kıyamet´le ilgili
bölümde, Kıyamet Öncesi Fitneler Faslında ( 5018. hadis)
açıklayacağımız üzere ulemanın ekseriyeti tarafından Benî Kantûra´dan
maksadın Türkler olduğu kabul edilmiş bulunduğu halde bununla başkasının
ve mesela Sudanlıların kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.
3- Basralıların ayrılacağı üç fırka hususunda şarihler şu açıklamayı kaydederler :
1) “Sığırların ve kır develerinin kuyruklarını yakalarlar”dan murad,
“Savaştan kaçınırlar, canlarını ve mallarını kurtarmayı düşünürler ve
sığırlarının peşine düşerek kırlara, çöllere çekilirler. Ancak oralarda
helak olurlar” veya “Savaştan kaçınıp ziraatle meşgul olurlar. Ekip
kaldırmak maksadıyla sığırların peşine takılarak muhtelif yerlere
dağılırlar, oralarda helak olurlar.”
2) “Can derdine düşenler”den maksad, Benî Kantûra ile sulh yapmayı
prensip edinen zümredir. Bunlar sulh elde edecek ama dinden, sünnetten,
şahsiyetten fedâkârlıkla, zilletle bunu yapabilecektir. Bu da helakın
bir başka şekli, cesedden önce ruhun öldürülmesidir. Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm) bunu da te´yid etmiyor.
3- Üçüncü grup, kadın ve çocuklarını arkada bırakarak Benî Kantura´ya
karşı çıkıp mertçe savaşanları teşkil edenlerdir. Bunlar Resulullah´ın
te´yid ve tasvibindedir. Zîra bunlardan ölenlerin şehit olacaklarını
haber vermektedir.
Aliyyu´l-Kârî der ki : “Bu hadis Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ın mucizelerindendir. Çünkü, hâdise Aleyhissalâtu vesselâm´ ın
haber verdiği tarzda aynen, 656 yılında Safer ayında vukua gelmiştir.”
Aliyyu´l-Kârî´nin temas ettiği bu hâdise, Hülagu tarafından Bağdat´ın zaptıdır.
Bağdat´ın düşmesiyle noktalanan İslamî tezebzüb ibretlerle dolu bir
hâdisedir. Hülagu, Bağdat´ı zaptettikten sonra Halep Hükümdarı
el-Meliku´n-Nasır´a yazdığı bir mektupta, Müslümanların uğradığı bu
mağlubiyet ve zilletin sebebini şöyle özetler : “Sizler haram yediniz
ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid´atları meydana koydunuz. Sabi
çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet ve hakareti!
Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz. “Zulmedenler nereye
gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler”
( Şuara 227). Siz bize kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir
diyoruz.”
Mezkur mektubu, dipnotlar da düşerek bazı yorumlar katarak nakleden
Ahmed Hilmi´den aynen kaydetmeyi, Resulullah´ın hadisinin anlaşılması ve
tarihten ibret alınması için gerekli görüyoruz :
“Bu arada ( Hicrî 657´de) Hülagu, Halep Hükümdarı el-Meliku´n-Nasır´a
elçilerle bir mektup gönderdi. Bu mektup, Hülagu´nun davranışı ve
zihniyetini göstermesi bakımından çok alakabahştır. Bu sebeple Ebu´l
Ferec´den aynen alıyoruz :
“el-Meliku´n-Nasır bilir ki biz ( Hicrî 656´da) Bağdat üzerine inip
tanrının kılıncı ile orayı aldık ve oranın sahibini yanımıza çağırarak
kendisine iki sual sorduk. Suallerimize cevap veremedi. Bundan dolayı
sizin Kur´anınızda “Tanrı hiç bir kavmin elindeki nimeti, o kavim kendi
kendisini bozmadıkça bozmaz” ( Rad suresi 2) denildiği gibi, bizim
azabımıza kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden müstehak oldu.
Mallarını kıskandığı için, malına gelecek olan, canına geldi ve tatlı
canlarını adi madenlere değiştiler. Bunun sonucu yine Tanrının dediği
“her ne yaptılarsa orada hazır buldular” ( Kehf 49) gibi oldu. Çünkü
biz, Tanrının kuvvetiyle kalktık ve O´nun kuvvetiyle muvaffak olduk ve
olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, yeryüzünde Tanrının
askerleriyiz.[64] Kendisi gazabına uğratmak istediği kimseler üzerine
bizi gönderir. Olup biten vakalar size ibret ve nasihat olsun. Bizim
önümüzde kale para etmez ve karşımıza geçen ordular bir işe yaramaz ve
hakkımızda yaptığınız kargışlar ( beddua) bize geçmez. Başkalarına
bakıp onların başlarına gelenlerden ibret alın ve örtü açılıp
altındakiler meydana çıkmadan ve size bir hata gelmeden önce işlerinizi
bizim elimize verin; biz sonradan ağlayanlara ve şikayet feryatları
koparanlara acımayız. Nice şehirleri yaktık ve nice kimseler yok ettik
ve nice çocukları atasız bıraktık ve yeryüzüne fesat saldık. Size kaçmak
varsa, bize de kaçanları yakalamak var. Sizin için bizim kılıncımızdan
kurtuluş yoktur. Oklarımız size nerede olsanız yetişir. Atlarımız her
attan ziyade koşar ve oklarımız her şeyi yarar geçer, kılıçlarımız
yıldırım gibi iner. Akıllarımız dağlar gibi sağlamdır. Sayımız kumlar
kadar çoktur. Bizden aman dileyen selamete erer. Bizim ile savaş etmeye
yeltenenler sonunda pişman olurlar. Eğer siz bizim emrimize itaat ile
şartlarımızı kabul edecek olursanız canlarınız bizim canlarımız ve
mallarınız bizim mallarımız gibi olur. Yok, emrimize karşı gelir ve
muhalefette ayak dilerseniz, başlarınıza gelecekler geldiği zaman bizi
değil kendinizi kınayın, ey zalimler! Tanrı sizin aleyhinizedir. Gelecek
musibet ve belalara hazırlanın! Sonucun fena geleceğini önceden
söyleyen kimsede şüphe yoktur ki, hiç bir kabahat kalmamıştır. Sizler
haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid´atları meydana
koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet
ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz! “Zulmedenler
nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve
bilirler” ( Şuara 227). Siz bize kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve
facir diyoruz. Bütün işleri takdir ve tedbir eden kimse tarafından biz
size musallat edildik. Sizin azizleriniz bizim katımızda zelil ve
hakirdirler. Sizin zenginleriniz bizim katımızda yoksuldurlar.
Yeryüzünün batı ve doğusu bizim elimizdedir. Yeryüzünde ne kadar mal
sahipleri varsa onların hepsinin ellerindeki mallar ve kendileri bizim
demektir. istediğimiz vakit o malları onların ellerinden alırız ve her
gemiyi gasbederiz.[65] Kâfirler ateşlerini alevlendirmeden,
kıvılcımlarını saçmadan ve sizin hepinizi yok edip yeryüzünde sizden bir
kimseyi bırakmadan, akıllarınızı başlarınıza devşirin; doğruyu eğriden
ayırın. Bu mektubumuz ile biz sizi uykudan uyandırdık. Apansız başınıza
ateşler yağmamasını istiyorsanız hemen bu mektubumuza cevap verin.
Sonrasını siz bilirsiniz.”
Hülagu, bu mektubunda, kendilerinin Tanrı te´yidine mazhar oldukları,
hatta Tanrı kudretinin kendilerine tecelli ettiği, kendilerinin onun
takdirini icra eden memurlar olduklarını, zalimlere, facirlere karşı
gönderilmiş bulunduklarını söylemektedir. Cengiz´den itibaren hep böyle
konuşmuşlardır. Bu onların bu vazifelerine hakikaten inandıklarını
gösterir. “Sizin azizleriniz bizim katımızda zelil ve hakirdirler…”
derken de makam-ı uluhiyetten konuşur gibidir. Eski Türk hakanları (
Tanrı kulu)durlar, yani ( Zillullahi fil-arz)dırlar. Tanrının
yeryüzünde mümessilidirler ki, bu ibare de ona işaret etmektedir. Diğer
taraftan kendi vücudunu ve zuhurunu Kur´an´la da te´yit etmektedir ki,
bu kalplere hoş görünmek içindir denilebilir.
Halep Meliki bu mektubu alınca, umerâsıyla müzakere ederek yerine oğlunu
gönderdi. Hülagu bunu izaz etmekle beraber, babasının gelmesini şu
cümle ile bildirdi : “Onun gönlü bize karşı doğru ise kendi gelir;
yoksa biz, ona gideriz.” Bu sözler üzerine Melik, Hülagu´ya gitmek
istedi ise de beyleri döndürdüler.”[66]
ـ4769 ـ4ـ وعن حسّان بْنِ عَطيّة عن جُبير بن نُفَيْر عن رجل من أصحاب
النبي # يقال له ذو مخبر قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # سَتُصَالِحُونَ
الرُّومَ صُلْحاً آمِناً فَتَنْزُونَ أنْتُمْ وَهُمْ عَدُوّاً مِنْ
وَرَائِكُمْ فَتُنْصَرُونَ وَتَغْنَمُونَ وَتَسْلَمُونَ، ثُمَّ تَرْجِعُونَ
حَتّى تَنْزِلُوا بِمَرْجٍ ذِى تُلُول، فَيَرْفَعُ رَجُلٌ مِنْ أهْلِ
النَّصْرَانِيَّةِ الصَّلِيبَ؛ فَيَقُولُ : غَلَبَ الصَّلِىبُ،
فَيَغْضَبُ رَجُلٌ مِنَ الْمُسْلِمِينَ، فَيَدُقُّهُ. فَعِنْدَ ذلِكَ
تَغْدِرُ الْرُّومُ وَتَجْتَمِعُ لِلْمَلْحَمَةِ وَيَثُورُ الْمُسْلِمُونَ
الى أسْلِحَتِهِمْ فَيَقْتِلُونَ، فَيُكْرِمُ اللّهُ تِلْكَ الْعِصَابَةَ
بِالشَّهَادَةِ[. أخرجه أبو داود.»الْمَرْجُ« ا‘رض الواسعة ذات النبات تمرج
فيها الدواب : أي تسرح مختلطة كيف شاءت.و»التُّلُولُ« : ا‘ماكن
المرتفعة من ا‘رض. و»الملحمةُ« معظم القتال.
4. ( 4769)- Hassan İbnu Atiyye, Cübeyr İbnu Nüfeyr´den, o da Resulullah
( aleyhissalâtu vesselâm)´ın Zi-Mihber denen bir sahabisinden naklen
anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Rumlarla güvenilir bir sulh yapacaksınız. Onlar arkanızda (
başkalarına) düşman olacaklar, sizler ( de diğer düşmanlarınızla)
savaşacak ve ( Allah´ın keremiyle) yardıma mazhar olacaksınız; ganimet
elde edecek, selamete ereceksiniz. Sonra dönüp tepelikli bir çayıra
ineceksiniz. Hıristiyanlardan biri salibi kaldıracak ve : “Salib
galebe çaldı!” diyecek. Müslümarlandan bir adam öfkelenip onu ( salibi)
kıracak. Bunun üzerine Rum, ( antlaşmasına) ihanet edip büyük bir
savaş için toplanacak. Müslümanlar da silaha sarılıp savaşacaklar. Allah
bu orduya şehadet lutfedecek.” [Ebu Davud, Melahim 2, ( 4292,
4293).][67]
ـ4770 ـ5ـ وعن أمُّ سلَمَة زوج النبي # رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت : ]
قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يَكُونُ اخْتَِفٌ عنْدَ مَوْتِ خَلِيفَةٍ.
فَيَخْرُجُ رَجُلٌ مِنْ أهْلِ الْمَدِينَةِ هَارباً الى مَكَّةَ فَيأتِيهِ
نَاسٌ مِنْ أهْلِ مَكَّةَ فَيُخْرِجُونَهُ وَهُوَ كَارِهٌ،
فَيُبَايِعُونَهُ بَيْنَ الرُّكْنِ وَالْمَقَامِ، وَيُبْعَثُ اليْهِمْ
بَعْثٌ مِن الشَّامِ فَيُخْسِفُ بِهِمْ بِالْبَيْداءِ بَيْنَ مَكَّةَ
وَالْمَدِينَةِ. فَإذَا رَأى النَّاسُ ذلِكَ أتَاهُ أبْدَالُ الشَّامِ
وَعَصَائِبُ أهْلِ الْعِرَاق فَيَبُايِعُونَهُ. ثُمَّ يَنْشَأُ رَجُلٌ مِنْ
قُرَيْش، أخْوَالُهُ كَلْبٌ فَيَبْعَثُ إلَيْهِ بَعْثاً فَيَظْهَرُونَ
عَلَيْهِمْ وَذلِكَ بَعْثُ كَلْبٍ، وَالْخَيْبَةُ لِمَنْ يَشْهَدْ
غَنِيمَةَ كَلْبٍ. فَيَقْسِمُ الْمَالَ وَيَعْمَلُ في النَّاسِ بِسُنّةِ
نَبِيِّهِمْ وَيُلْقى ا“سَْمُ بِجِرَانِهِ الى ا‘رْضِ، فَيَلْبَثُ سَبْعَ
سِنِينَ، وَقَالَ بَعْضُ الرُّوَاةِ : تِسْعَ سِنِينَ، ثُمَّ يَتَوَفَّى
وَيُصَلّى عَلَيْهِ الْمُسْلِمُونَ[. أخرجه أبو داود.قوله »وَيُلِقى
ا“سَْمُ بِجِرَانِهِ« أى يقرّ قراره ويستقيم : كما أن البعير إذا برك
فاستراح مدّ جرانه على ا‘رض.
5. ( 4770)- Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerinden Ümmü
Seleme ( radıyallahu anhâ) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki :
“Bir halifenin ölümü anında ( ehl-i hal ve akd arasında) ihtilaf
olacak. ( O zaman) Medine ahalisinden bir adam ( Mehdi) kaçarak
Mekke´ye gidecek. Mekke halkından bir kısmı ona gelecek ve ( fitne
çıkar korkusuyla) istemediği halde onu ( evinden) çıkaracaklar. Rükn
ile Makam arasında ona biat edecekler. Onları ( ortadan kaldırmak için)
Şam´dan bir ordu gönderilecek. Ordu Mekke-Medine arasındaki el-Beyda´da
yere batırılacak. İnsanlar bu ( kerameti) görünce Şam´ın ebdalı ve
Irak ahalisinin velileri ona gelip biat ederler. Sonra Kureyş´ten
dayıları Kelb kabilesinden olan bir adam zuhur eder ve ( Mehdi ve
adamlarına) karşı bir ordu gönderir. Ama onlar bu orduya galebe
çalarlar. Bu ordu, Kelbî´nin ( ihtirasıyla çıkarılmış) bir ordudur. Bu
Kelbî´nin ganimetine iştirak edemeyen zarara uğramıştır. ( Mehdi, malı
taksim eder. Halk arasında peygamberlerinin sünnetini ( ihya eder ve
onun) ile amel eder. İslam yeryüzünde yerleşir. Yedi yıl hayatta kalır.
-Bazı raviler dokuz yıl demiştir.- Sonra ölür ve Müslümanlar cenaze
namazını kılarlar.” [Ebu Davud, Melahim 1, ( 4286, 4288, 4289).][68]
AÇIKLAMA :
Bu hadis, birkaç meseleye birden temas etmektedir : [69]
1- Mehdi Meselesi :
Medine´den çıkıp kaçarak Mekke´ye giden zatı, bazı alimler Mehdi olarak
değerlendirmiştir. Bu kanaatte olan Tîbî, delil olarak bu hadisi Ebu
Davud´un Kitabu´lmehdî bölümünde kaydetmiş olmasını gösterir.
Hadisten anlaşıldığına göre, bir halifenin ölümü üzerine, yerine
seçilecek kimse meselesinde seçiciler ( ehlü´lhal ve´l-akd) arasında
ihtilaf çıkar. Zikri geçen zat ( Mehdi), emîrlik makamının
mes´uliyetinden veya fitne çıkmasından korkarak Mekke´ye kaçar. Ne de
olsa orası, kendisine iltica edenlere emniyet sağlayan, içinde
yaşayanlara mabet olan mukaddes yerdir.
Mekke halkı onun halini anlayarak yalnız bırakmaz : Onu evinden
çıkarıp Ka´be´nin önünde Haceru´l-Esved Rüknü ile Makam-ı İbrahim
arasında biat eder. Ancak Şam´dan bir ordu gönderilerek bunlar tenkil
edilmek istenir. Fakat ordu Mekke-Medine yolu üzerinde el-Beyda´da yere
batırılır. Bu kerametle kıymeti ve makamı ortaya çıkan zatın etrafında,
civarın salihleri toplanır; Şam´ın ebdalları, Irak´ın sulehası vs.
yanına gelip biat ederler.
Sonra, annesi Kelb kabilesinden olan Kureyşli birisi buna ( Mehdi´ye)
karşı çıkar ve hatta bir ordu hazırlar. Mehdi ve adamları bu orduyu
bertaraf ederler, bol miktarda ganimet elde ederler.
Mehdi yedi veya dokuz yıl hayatta kalır. Sünneti ihya eder ve halk
arasında sünnetle amel edilmesini sağlar. İslam böylece sağlam bir
şekilde yeryüzüne yerleşir.
Hadis, bu şekilde Mehdi´nin yapacağı icraatı özetler.
Mehdi hakkında yegane hadis bu değildir. Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm), pek çok hadisiyle, ahirzamanda çıkacak Mehdi´den bahsetmiş,
icraatını ve diğer birkısım evsafını bildirmiştir. Mehdi ile ilgili
açıklamayı ileride ( 5004-5008. hadisler) yapacağımız için burada
teferruata girmeyeceğiz.[70]
2- Ebdal Meselesi :
Hadiste temas edilen diğer bir husus Şam´ın ebdallarıdır.
Ebdal, “bedel” kelimesinin cem´idir. Dilimizde abdal şeklinde
kullanılır. Kelime cemi olmasına rağmen müfred gibi kullanırız. Arapça
aslında da müfredi olan bedel pek kullanılmamaktadır. en-Nihaye´de şu
açıklama yapılır : “Bunlar evliyalar ve abidlerdir; bedelin cem´idir.
Ebdal diye isimlenmişlerdir. Çünkü, her ne vakit bunlardan biri ölecek
olsa, bir başkası onun yerini alır.” Suyûtî Mirkatu´s-Suud´da der ki :
“Kütüb-i Sitte´de Ebdal´dan bahseden bir başka hadis mevcut değildir.
Sadece Ebu Davud´un bu hadisi onların zikrine yer vermektedir. Ancak
Hakim bu hadisi el-Müstedrek´te tahric etmiş ve sahih olduğunu
belirtmiştir. Kütüb-i Sitte dışında, ebdallar hakkında pek çok hadis
gelmiştir. Bunları müstakil bir kitapta topladım.” İbnu´l-Cevzî,
Ebdal´la ilgili bütün rivayetlere “mevzu” demiştir. Ancak Suyûtî, ona
karşı çıkmıştır. Suyûtîye göre, ebdalle ilgili haber sahihtir. Hatta
mütevatir de denilebilir. “Çünkü der, rivayetler manevî mütevatir
haddine ulaşmıştır. Öyle ki, ebdalların varlığına kesinlikle hükmetmek
zaruret halini almıştır.” İbnu Hacer, Fetava´sında : “Ebdallah
hakkında kimisi sahih kimisi gayr-i sahih bir çok hadis gelmiştir.
Kutub´un zikri bazı âsarda gelmiştir. Sufiler arasında meşhur olan
evsafıyla Gavs hakkında hiçbir rivayet sabit değildir” der.
Ebdallarla ilgili birkaç hadisi mealen kaydediyoruz :
* Ahmet İbnu Hanbel, Ubade İbnu´s-Samit´ten merfu olarak naklediyor :
“Bu ümmette ebdallah otuz tanedir. Kalpleri, Halilu´r-Rahman Hz. İbrahim
aleyhisselam´ın kalbi üzeredir. Bunlardan biri ölünce Allah onun yerine
bir başkasını koyar.”
* Yine Ubâde´nin bir başka rivayeti şöyledir : “Ümmetimde ebdallar
otuz tanedir. Arz onlar sebebiyle ayaktadır, onlar sebebiyle yağmura
mazharsınız, onlar sebebiyle yardıma mazharsınız.” Bu iki hadisin
senedine “sahih” denmiştir.
* Avf İbnu Malik´in Taberani´deki rivayeti şöyle : “Ebdallar Şam ehli
arasındadır. Onlar sebebiyle yardım görürler, onlar sebebiyle rızka
mazhar olurlar.”
* Hz. Ali´nin rivayeti : “Ebdallar Şam´dadır. Onlar kırk erkektir.
Bunlardan biri öldü mü, Allah yerine birini koyar, yağmur onlar
sebebiyle sular, düşmanlara karşı onlar sebebiyle yardım edilir, Şam
ehlinden azap onlar sebebiyle bertaraf edilir.”
Bu son iki rivayetin hasen olduğu söylenmiştir.
Hilyetü´l-Evliya´da Ebu Nuaym´ın İbnu Ömer´den rivayeti şöyle : “Her
nesilde ümmetimin en hayırlıları 500 kişidir. Ebdallar da kırk kişidir.
Ne 500´ler için ne de 40´lar için eksilme vardır. Bunlardan bir kimse
ölünce Allah yerine 50´den birini alır, kırklara koyar.” Yanındakiler :
“Ey Allah´ın Resulü! Bize onların amellerini söyle!” dediler. Buyurdu
ki : “Onlar kendilerine zulmedenleri affederler. Kendilerine kötülük
yapanlara iyilik yaparlar. Allah´ın kendilerine verdiği şeylerde
başkalarına pek cömert davranırlar.”
Yukarıda kaydedilen hadislerde Ebdalların miktarı hakkında bazan otuz
bazan kırk sayısı zikredilmiştir. Şarihler arada bir tenakuz belirtirler
ve : “Çünkü derler, hadisin birinde “kırk erkek” denirken, diğerinde
“Hz. İbrahim´in kalbi üzerine otuz” denmiştir. Şu halde otuzu Hz.
İbrahim´in kalbi üzerinedir, on adedi öyle değildir.” Münâvi, arzın
ebdallah sayesinde ayakta kalması, yağmur ve nusretin onlar vasıtasıyla
gelmesi hususunda şu açıklamayı kaydeder : “Peygamberler arzın
direkleri idi. Peygamberlik kesilince, Allah onların yerine bunları
koydu. Bunların bir kısmı arz ehline yardım eder, feyzin gelmesini
artırır. Bazı âsarda gelmiştir ki : “Arz, peygamberlerin gidişinden
Allah´a şikayette bulunur. Allah Teala : “Senin sırtına otuz tane
sıddîk koyacağım” cevabını verir. Arz da sükunete erer.” Ubade hadisinde
geçen : “..Onlar sebebiyle arz ayaktadır…” ibaresi, yine Hilye´nin
bir başka rivayetinde : “Onlar sebebiyle ihya edilir ve öldürülür,
yağmur yağar, nebat biter, belalar defedilir.” Ravi der ki : “Haberi
rivayet eden İbnu Mes´ud´a denildi ki : “Nasıl, onlar sebebiyle ihya
ve öldürme olur, yağmur yağar… ” Şu cevabı verdi : “Çünkü onlar,
Allah´tan ümmetlerin çoğalmasını taleb ederler ve çoğalırlar, cebbarlara
beddua ederler, onlar azalır. Yağmur talep ederler, yağmur yağar. Onlar
dilerler, onlar için arz nebat verir, dua ederler, bu dua sebebiyle
nice belalar defolur.” Hakimu´t-Tirmizî, şu rivayeti kaydeder : “Arz
Allah´a nübüvvetin kesilmesinden şikayette bulundu. Allah Teala :
“Senin sırtına kırk tane sıddîk koyacağım. Onlardan biri ölünce, yerine
bir başkasını bedel kılacağım. Bu sebeple onlara bedel dediler. Allah
onların ahlaklarını tebdil etti. Onlar arzın direkleridir, onlar
sebebiyle arz ayaktadır, onlar sebebiyle yağmur yağar.
“Bu ümmette ebdallar otuz kişidir. Hepsinin kalbi Hz. İbrahim
Halilurrahman´ın kalbi üzerinedir. İçlerinden biri ölünce, Allah onun
yerine bir başkasını bedel kılar” hadisini açıklayan Münavi şu bilgileri
kaydeder : “Bunların kalbine, Allah´a gitmede, Hz. İbrahim
aleyhisselam´ın yolu açılır. Bir rivayette : “Kalpleri bir kişinin
kalbi üzeredir” ibaresi gelmiştir. el-Hakim ( et-Tirmizî) der ki :
“Onlar böyle tek bir kalp gibi oldular. Çünkü kalpleri Allah´tan başka
herşeyle meşguliyeti terkeder, hepsinin tek meşguliyeti Allah olunca
kalplerde tam bir birlik hasıl olur.” Futuhat-ı Mekkiyye´de İbnu Arabî
der ki : “Hadisteki “Hz. İbrahim´in kalbi üzeredirler” sözü; bir başka
hadiste geçen “Hz. Adem´in kalbi üzeredirler” şeklindeki, beşer
büyüklerinden birinin veya bir meleğin kalbine izafe eden ifadelerin
mânası şudur : Onlar İlahî marifetleri kazanmada bu şahsın kalbiyle
tekallüb eder ( haşir neşir olur). Çünkü İlahî ilimlerin varidatı,
kalplere varid olur. Her bir ilim, melek ve peygamberden bir büyüğün
kalbine varid olur. O da bunu, kalbi kendi kalbi üzere olan bu kalplere
ifaza eder. Bu sebeple, bazı büyükler der ki : “Falan kimse falan
kimsenin izi üzeredir.” Bunun mânası zikrettiğimiz şekildedir.”
el-Kayserî er-Rumî, el-Arif İbnu Arabî´den naklen der ki : “Hadiste :
“İbrahim aleyhisselam´ın kalbi üzeredir” denmiştir. Çünkü velayet
ikidir : Mutlak velayet, mukayyed velayet. Mutlak olan, küllî olan
velayettir, bütün cüz´î velayetler onun fertleridir. Mukayyed olan ise,
hadiste geçen ( Hz. İbrahim´in yolu, Hz. Adem´in yolu… gibi) münferid
velayetlerdir.
Küllî olsun, cüz´î olsun bu velayetlerden her biri marifetin zuhurunu
talepeder. Bu ümmet içerisinde, veraset yoluyla bütün peygamberlerin
velayetleri zuhur etmiştir. Bu sebeple bu hadiste “İbrahim
aleyhisselam´ın kalbi üzere” denmiştir; bir başka hadiste “Musa
aleyhisselam´ın kalbi üzere” denmiştir. Değişik hadislerde başka isimler
de sayılmıştır. Peygamberimiz Muhammed Mustafa ( aleyhissalâtu
vesselâm), velayet-i külliye dairesinin sahibi olması haysiyetiyle
velayet-i külliye sahibidir. Çünkü, bu küllî nübüvvetin bâtını küllî
velayet-i mutlakadır. Bu ümmet içerisinde, peygamberlerden herbirinin
velayetinin bir mazharı olunca, bu ümmette büyük peygamberlerden
herbirinin kalbi üzere olan kimseler bulunacaktır.”
Münâvî ebdal diye tesmiye edilişlerine : “Çünkü onlar kötü huylarını
tebdil ettiler, nefislerini buna razı ettiler, böylece güzel ahlak
amellerinin zineti oldu” şeklinde bir yorum getirir.
Münâvî, otuz rakamıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapar : “Ehl-i
hakikatın sözlerinin zahirine göre “otuz, onların muhtelif
mertebeleridir.” el-Arif el-Mürsî der ki : “Melekût âleminde dolaştım.
Ebu Medyen´i, arşın tavanında muallak gördüm. Kızıl tenli, mavi gözlü
birisiydi. Kendisine : “İ-limlerin ve makamın nedir ” dedim. “Yetmiş
bir ilim biliyorum. Makamım da halifelerin dördüncüsü, yedi ebdalin
başıdır” dedi. “Ya Şazelî´nin durumu “dedim. “O bir denizdir, onu ihata
etmek mümkün değildir!” dedi.”
el-Arif el-Mürsî der ki : “Üstadım Şazelî´nin önünde oturuyordum.
Yanına bir cemaat girdi. Bana : “Bunlar ebdaldır” dedi. Ben de
basiretimle baktım. Onları ebdal olarak görmedim ve hayrette kaldım.
Şeyhim dedi ki : “Kim günahlarını hasenata tebdil ederse, o kimse
bedeldir.”[71] Böylece anladım ki ebdallığın ilk mertebesi günahların
sevaba tebdilidir.” İbnu Asakir´in tahricine göre, İbnu´l-Müsennâ, Ahmed
İbnu Hanbel´e : Bişru´l-Hafi İbni´l-Haris hakkında sorunca : Ahmed
İbnu Hanbel “Yedi Ebdal´in dördüncüsüdür” diye cevap vermiştir.
Münâvî, İbnu Arabî´nin Hilyetu´l-Ebdal kitabından şunu kaydeder : “Bir
arkadaşımız anlattı ki; “Bir gece ben o günkü virdimi tamamlamış olarak
seccademde oturuyordum. Başım dizlerimin arasında Allah´ı
zikrediyordum. Derken bir şahsın altımdaki seccademi çekip, ona bedel
bir hasır yaydığını hissettim. “Bunun üzerinde namaz kıl” dedi. Halbuki
odamın kapısı üzerime örtülü idi. Bu durum bana bir korku verdi. Ama
adam : “Allah´a dost olan korku hissetmez” dedi ve arkadan ilave etti
: “Her halinde Allah´tan kork!” Sonra içimden bir ses geldi ve : “Ey
Efendim! Ebdallar ne ile ebdal oluyorlar ” diye sordum.
“Dört şeyle, dedi ki, bunları Ebu Talib, el-Kut´da zikretmiştir. Samt (
konuşmamak), uzlet, açlık, geceleyin uyumamak.” Adam sonra çekilip
gitti. Odama nasıl girdi, nasıl çıktı bilemiyorum. Çünkü kapım
kapalıydı.” el-Arif İbnu Arabî der ki : “Bu ebdallardan biridir, ismi,
Muaz İbnu Eşres´dir. Mezkur olan dört şey de bu yüce yolun temelleri ve
esaslarıdır. Kimin bu yolda ayağı ve sebatı yoksa, o kimse Allah´ın
yolundan sapmış demektir.” İbnu Arabî devamla der ki : “Bir ebdal, bir
yeri terketti mi, yerine oraya ruhani bir hakikati koyar. Bu velinin
göç ettiği bu yer ahalisinin ervahı onun etrafında toplanır. Bu yerdeki
insanlardan birinde, bu şahsa karşı şiddetli bir şevk ve arzu zuhur
etse, o şahsın yerine, bedel kıldığı bu ruhanî hakikat cesed giyer ve
onlarla konuşur. Onlar da kendilerine gaib olduğu halde buna konuşurlar.
Bu hal, bazan ebdaldan olmayan kimse hakkında da cereyan eder. Ancak bu
ikisi arasında fark vardır : Ebdal olan gitmiştir ve yerine başkasını
bıraktığını bilir. Ebdal olmayan ise, onu bıraksa da bunu bilmez. Çünkü
bu dört şeye onun hakkında hükmedilemez.”
Bazı rivayetlerde ebdalların evsafıyla muttasıf olmanın yolu çok namaz,
çok oruçtan ziyade, ahlâkî kemalden geçtiği belirtilir.
Hakimu´t-Tirmizî, Ebu´d-Derda´dan kaydettiği bir rivayette şunu ziyade
etmiştir :
“Onlar insanları ne çok namaz kılarak, ne çok oruç tutarak, ne de çok
tesbih çekerek geçmiş değillerdir. Fakat onları öne geçiren husus güzel
ahlak, vera ve takvada sıdk, halis niyet, iç temizliği gibi ahlakî
düsturlardır. ( Bunlar( a uyanlar) hizbullahtır. Hizbullah olanlar
kurtuluşa erecek olanlardır)” ( Mücâdile 22). Bunlara ebdal denmiştir.
Çünkü onlar, önceki yerlerinde kendilerine benzeyen bir başkasını bedel
bırakarak başka bir yere göçerler. Cinler hakkında muhtelif suretlere
bürünmek caiz olunca, melekler ve evliyalar hakkında bu evladır. Sufiyye
mesleğine göre, cisimler âlemi ile ruhlar alemi arasında orta bir âlem
mevcuttur; buna âlem-i misal derler. Onlara göre bu âlem, cesedler
âleminden daha latif, âlem-i ervahtan daha kesiftir. Ruhların cesed
giyme ve muhtelif şekillerde zuhur etme hadisesini bu âlem-i misale bina
ederler. Bir velinin tavırdan tavıra geçmek ( suretiyle terakki
etmesi) üç şekilde husul bulur :
1) Cinlerde olduğu gibi, temsil ve teşekkül yoluyla birçok sureti alma hali.
2) Farklı suretlere bürünmeden arzın dürülmesi, mesafenin tayyedilmesi
suretiyle farklı yerlerde görünme hali. Bunun sonucu olarak onu iki ayrı
şahıs, aynı bünye ve şekil içinde ayrı ayrı yerlerde görebilir. Allah
bunu, arzı dürmek ve görmeye mani perdeleri kaldırmak suretiyle
gerçekleştirir. Kişi aslında bir yerde olduğu halde iki yerde
zannedilir. Bunun en iyi örneği, ( Mirac dönüşü Mekkelilerin dileği
üzerine) Beytu´l-Makdis´le Resulullah arasındaki perdelerin kalkması ve
Aleyhissalâtu vesselâm´ın onu tasvir etmesidir.
3) Velinin cüsse itibariyle kevni dolduracak kadar azamet ve büyüklük kesbetmesi ve bu yolla her tarafta müşahade edilmesidir.
Gazâlî der ki : “Ebdallar insanların ve halkın gözünden saklıdırlar.
Çünkü bunlar, devrin alimlerine bakmaya tahammül edemezler. Çünkü
bunlar, onlar nazarında Allah´ın cahilidirler. Onlar ise, nefisleri
yanında ve cahiller nazarında ulemadırlar.”[72]
Sonuç :
İbnu Arabî der ki : “Allah´ın kendileriyle alemi muhafaza buyurduğu
direkler dörttür. Bunlar ebdallardan daha hastırlar. İki imam ise
bunlardan daha hastırlar. Kutup ise hepsinden ehastır. Ebdal, kötü
vasıfları iyileriyle tebdil eden herkes için kullanılan müşterek bir
lafızdır ve bunu muayyen bir miktar hakkında kullanırlar. Bu muayyen
miktar kırktır; otuz da denmiştir, yedi de denmiştir. Her birinin, dört
direk ( veted)den bir direği, Beyt´in rükünlerinden bir rüknü vardır.
Hz. İsa´nın kalbi üzere olanlara Rükn-i Yemanî, peygamberlerden bir
peygamberin kalbi üzere olanla, Hz. Adem´in kalbi üzere olan kimseye
Rükn-i Şamî; Hz. İbrahim´in kalbi üzere olana, Rükn-i Irâkî; Hz.
Muhammed ( aleyhissalâtu vesselâm)´in kalbi üzere olana da Rükn-i
Hacer-i Esved vardır. Bu, Allah´a hamdolsun bizimdir.”[73]
3- Asaib Meselesi :
Asaib, en Nihaye´nin açıkladığı üzere “İsabe”nin cem´idir. Miktarı,
on´dan kırk´a kadar olan cemaat demektir. Hadiste, hayırlılar cemaati
mânasınadır. Hz. Ali´nin bir rivayeti şöyle : “Ebdallar Şam´dadır;
Nücebâ Mısır´dadır; Asa-ib de Irak´dadır.” Şu halde, asaib salihler,
iyiler mânasına gelir. Hadiste, ıstılah olarak kullanılmış olup Irak´da
bulunan salihleri ifade etmektedir.
Anlaşılacağı üzere hadis, ebdal, nüceba, asaib gibi kelimelerle ifade
edilen salih, zahid ve veli kulların Mehdi´ye delalet edeceklerini ifade
etmektedir.[74]
ـ4771 ـ6ـ وعن ثَوْبَانِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : يُوشِكُ ا‘ُمَمُ أنْ تَدَاعِى عَلَيْكُمْ كَمَا تَتَدَاعَى
ا‘كَلَةُ الى قَصْعِتِهَا. فقَالَ قَائِلٌ : مِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ
يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ : َ. بَلْ أنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ، وَلكِنَّكُمْ
غُثَاءٌ كَغُثَاءِ السَّيْلِ، وَلَيَنْزَعَنَّ اللّهُ مِنْ صُدُورِ
عَدُوِّكُمُ الْمَهَابَةَ مِنْكُمْ، وليَقْذِفِنَّ في قُلُوبِكُمُ
الْوَهْن. قِيلَ : وَمَا الْوَهْنُ؟ قَالَ : حُبُّ الدُّنْيَا
وَكَرَاهَةُ الْمَوْتِ[. أخرجه أبو داود.»التَّدَاعِي« التتابع : أى يدعو
بعضها بعضاً فتجيب.و»ا‘كَلةُ« جمع آكل.و»الغُثَاءُ« ما يلقيه السيل .
6. ( 4771)- Hz. Sevban ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.
“Orada bulunanlardan biri : “O gün sayıca azlığımızdan mı ” diye sordu :
“Hayır, buyurdular. Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler bir selin
getirip yığdığı çerçöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çerçöpler
durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku
duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!”
“Zaaf da nedir ey Allah´ın Resulü ” denildi.
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular.” [Ebu Davud, Melahim 5, ( 4297).][75]
AÇIKLAMA :
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), düşmana karşı gerçek gücün ve
gerçek zaafın ne olduğunu iki kelime ile ifade etmektedir :
* Dünya sevgisi
* Ölüm korkusu
Bunların zıddı da gerçek gücü ifade eder.
Sadece ekonomik gücün değil, her çeşit insanî ve medenî kıymetlerin bile
rakama dökülüp kemiyetle ifade edildiği günümüz telakkisinden ne kadar
farklı İslam´ın bidayetteki kemmî azlık ve ekonomik hiçliğe rağmen şehit
olmak hırsı ve Allah yolunda ölmek aşkıyla doluluk sebebiyle elde
edilen başarıları ve ulaşılan iktisadî zenginliği delil kılarak, hadisin
İslam âleminin günümüzdeki problemlerine de çözüm formülü olabilecek
bir hakikatı dile getirdiğini söylemek istiyoruz.[76]
اَلَّلهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ
ـ4772 ـ7ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه أنّهُ قال : ]واللّهِ مَا
أدْرِى أنسِيَ أصْحَابِي أمْ تَنَاسَوْا؟ واللّهِ مَا تَرَكَ رَسُولُ
اللّهِ # مِنْ قَائِدِ فِتْنَةٍ الى انْقِضَاءِ الدُّنْيَا يَبْلُغُ مَنْ
مَعَهُ ثَثَمِائَةٍ فَصَاعِداً إ سَمَّاهُ لَنَا بِاسْمِهِ واسْمِ أبِيهِ
وَقَبِيلَتِهِ[. أخرجه أبو داود .
7. ( 4772)- Hz. Huzeyfe ( radıyallahu anh) diyor ki : “Vallahi
bilemiyorum! Arkadaşlarım gerçekten unuttular mı yoksa unutmuş mu
gözüküyorlar Allah´a kasem olsun, Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)
kıyamete kadar gelecek fitne başılardan üç yüz ve daha fazla etbaı
bulunan herkesi, hiçbirini bırakmadan, bize ismiyle, babasının ismiyle,
kabilesiyle söyleyip haber verdi.” [Ebu Davud, Fiten 1, ( 4243).][77]
* İSMEN ZİKREDİLMEYEN FİTNELER
ـ4773 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
# : بَادِرُوا بِا‘عْمَالِ فِتَناً كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ
يُصْبِحُ الرَّجُلُ مُؤْمِناً، وَيُمْسِي كَافِراً وَيُمْسِي مُؤْمِناً
وَيُصْبِحُ كَافِراً يَبِيعُ دِينَهُ بِعَرَضٍ مِنَ الدُّنْيَا[. أخرجه
مسلم والترمذي .
1. ( 4743)- Hz. Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Karanlık gecenin parçaları gibi olan fitnelerden önce, hayırlı ameller
işlemede acele edin. O fitne geldi mi kişi mü´min olarak sabaha erer de
kâfir olarak akşama girer. Mü´min olarak akşama erer de kafir olarak
sabaha ulaşır; dinini basit bir dünya menfaatine satar.” [Müslim, İman
186, ( 118 ); Tirmizî, Fiten 30, ( 2196).][78]
ـ4774 ـ2ـ وعن ابْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : تَكُونُ في هذِهِ ا‘ُمَّةِ أرْبَعُ فِتَنٍ، في آخِرِهَا
الْفَنَاءُ[. أخرجه أبو داود .
2. ( 4774)- İbnu Mes´ud ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Bu ümmette dört ( büyük) fitne olacak. Sonuncusunda kıyamet kopacak!” [Ebu Davud, Fiten 1, ( 4241).][79]
AÇIKLAMA :
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde kıyamete kadar
vukua gelecek dört mühim dahilî fitneden bahsetmektedir. Bu fitnelerin
umumi vasfı Taberânî´nin İmran İbnu Husayn´dan yaptığı bir rivayette
belirtilmiştir :
“Dört ( büyük) fitne olacak. Birincide kan helal addedilecek; ikincide
hem kan hem de mal helal addedilecek; üçüncüde hem kan, hem mal, hem de
fercler helal addedilecek; dördüncü fitne Deccal fitnesidir.”[80]
ـ4775 ـ3ـ وعن عَرْفَجةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : سَتَكُونُ هَنَاتٌ وَهَنَاتٌ، فَمَنْ أرَادَ أنْ يُفَرِّقَ
أمْرَ هذِهِ اُمَّةِ وَهِىَ جَمِيعٌ فَاضْرِبُوهُ بِالسَّيْفِ كَائِناً
مَنْ كَانَ. وَفي روايةٍ : فَاقْتُلُوهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود
والنسائي.»الهنات« جمع هنة، وهي الخصلة من الشر دون الخير .
3. ( 4775)- Arfece ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Şerler ve fesadlar olacak. Kim, birlik içinde olan bu ümmetin işinde
tefrika çıkarmak isterse, kim olursa olsun kılıçla boynunu uçurun.” -Bir
rivayette : “…onu öldürün!” denmiştir-” [Müslim, İmaret 59, (
1852); Ebu Davud, Sünnet 30, ( 4762); Nesâî, Tahrim 6, ( 7, 93).[81]
ـ4776 ـ4ـ وعن معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَامَ فِينَا رَسُولُ
اللّهِ # فقَالَ : أَ إنَّ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ
افْتَرقُوا عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَإنَّ هذِهِ اُمَّةِ
سَتَفْتَرِقُ عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةَ : ثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ
في النَّارِ، وَوَاحِدَةٌ في الْجَنَّةِ، وَهِىَ الْجَمَاعَةُ[. أخرجه أبو
داود.وزاد في رواية : »سَيَخْرُجُ مِنْ أُمَّتِى أقْوَامٌ تَتَجَارَى
بِهِمُ ا‘هْوَاءُ كَمَا يَتَجَارَى الْكَلَبُ بِصَاحِبهِ َ يَبْقى مِنْهُ
عِرْقٌ وََ مَفْصِلٌ إَّ دَخَلَهُ«.و»التَّجَارِى« تَفَاعَل من الجرى وهو
الوقوع في ا‘هواء الفاسدة.و»التَّدَاعِى« فيها، تشبيها بجرى
الفرس.»الكَلَبُ« بتحريك الم : داء معروف يعرض للكلب، إذا عض إنساناً
عرضت له أعراض رديئة فاسدة قاتلة، فإذا تجارى با“نسان وتمادى به هلك .
4. ( 4776)- Hz. Muâviye ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm) ( bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki :
“Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete ( dine)
bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş
ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da ( Ehl-i Sünnet
ve´l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, ( 4597).]
Bir rivayette şu ziyade var : “Ümmetimden bir kısım gruplar çıkacak,
bunları bid´alar istila edecek, tıpkı kuduzun, buna yakalanan kimsede
hiç bir damar, hiçbir mafsal bırakmayıp her tarafını sardığı gibi, bu
bid´a da onların her hallerine sirayet edecek.” [82]
AÇIKLAMA :
Bid´a, daha önce[83] açıkladığımız üzere sünnette olmayan, sonradan
çıkan her şey mânasına gelir. Bunlardan bir kısmı hayatın gelişmesi
sebebiyle ortaya çıktığı için, İslam alimleri normal karşılamış hatta
مَنْ سَن َّسُنَّةً حَسَنَةً hadisi açısından, bu çeşit bid´ aya teşvik
bile etmiştir. Bunlara bid´ayı hasene demişlerdir. Burada mevzubahis
edilen, kötülenen bid´a bu değildir. Reddedilen bid´a, sünnete aykırı
olan, alındığı takdirde bir sünnetin terkini gerektiren bid´attir. Bu
bid´ate bid´at-i seyyie denmiştir.
Şunu da belirtmede fayda var : Halkımızın bid´at deyince anladığı şey,
davranışlarla ilgili olan, maddî olan bid´attir. Halbuki hadiste bid´at
deyince sadece maddî şeyler kastedilmez. İnançlar, telakkiler ve
anlayışlarda da bid´at olabilir. Hatta bu çeşit bid´at önce gelir. Zîra
kişinin inançlar telakkiler dünyasında, yani ruh âleminde bid´at yer
etmeden, fiillerine, eşyalarına yani yaşayışına bid´at girmez. Nitekim
ulemâ nezdinde ehl-i bid´at tabiri öncelikle Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat
dışında kalan sapık mezhepleri ifade eder. Bu mezhep mensupları, Ehl-i
Sünnetten kılık kıyafetle, kullandığı eşyalarla ayrılmazlar; sadece bazı
temel meselelerdeki nokta-i nazarlardan ayrılırlar. Yani belirtmek
istediğimiz husus, bid´at deyince itikada, inanca, telakkiye müteallik
farklılıkların, sünnete aykırılıkların kastedildiğini tebarüz
ettirmektir. Bilhassa geçmiş dönemlerde, kılıkkıyafet, kullanılan eşya
ve hatta hayat tarzları ve davranışlarıyla birbirinin aynısı olan
insanlardan bir kısmı Ehl-i Sünnet, bir kısmı ehl-i bid´at idiyse,
aradaki fark sadece inanç cihetinden gelmekte idi. Ehl-i Sünnet,
Kur´an-ı Kerim´in açıklamasında sünneti esas alanlardır. Ehl-i bid´a
veya ehl-i heva denenler de sünneti reddedip, onun yerine beşerî hevayı
koyanlardır. Beşerî hevâ fertten ferde değişebileceği için, onlar sayıca
çoktur. Hadiste ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı belirtildikten
sonra bunlardan sadece birinin yani sünnete uyanlar fırkasının kurtuluşa
ereceği, geri kalanların ateşte olacağı belirtilmiştir. Aslında heva
fırkalarının sayısı yetmiş ikiden pek çok kereler fazladır. Alimler
hadisteki “yetmiş iki”den muradın, çokluk ifade ettiğini belirtirler.
Ehl-i Sünnet, sünnete dayandığı için onun fırkaları yoktur. Bazı
meselelerde ihtilaf ve farklılıklar olsa da bu yine bir sayılır. Çünkü,
bu ihtilaflar da sünnete dayanır. Aynı meselede iki veya üç farklı
sünnet, iki veya üç ayrı görüşe sebep olmuştur. Ancak bunlardan
hiçbirine “sünnet dışı” denemez.
2- Hadiste, tıpkı vücudun her bir organına sirayet edip tesirini
gösteren kuduz gibi, bid´anın da buna giren kimsenin hayatının her
veçhesine, her safhasına gireceği beyan edilmektedir. Bu, “sünneti terk”
prensibinin getireceği tabii neticeyi nazara vermektir. Sünneti
terketme, kişinin ruh dünyasına bir mikrop gibi girdi mi, sünnetin
taalluk ettiği her hususta neticesi hasıl olacak demektir.
Hayatımızda sünnetin müdahale etmediği, yönlendirmediği hangi husus var
Kılık kıyafetten yeme-içme, oturmakalkma, uyuma, konuşma… âdabına,
dost veya düşmanla, komşuyla münasebetlerimize, canlı ve cansız tabiatta
tasarrufa, Kur´an ayetlerinin tefsirine varıncaya kadar sayılamayacak
kadar çok hususlarda sünetin yeri var, nuru var. Öyleyse “süneti terk”
prensibi benimsenince, tıpkı kuduz hastalığının vücudun her tarafına
sirayet etmesi gibi bid´a da mü´min kişinin hayatını her meselede
sararak, belli bir duruş noktası, hudud tanımayacaktır.[84]
ـ4777 ـ5ـ وعن ابْنِ عَمْرِو العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : لَيَأتِيَنَّ عَلى أُمَّتِى مَا أتَى عَلى بَنِي
إسْرَائِيلَ حَذْوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ، حَتّى إنْ كَانَ مِنْهُمْ مَنْ
أتَى أُمَّهُ عََنِيَةً لَيَكُونَنَّ في أُمَّتِى مَنْ يَصْنَعُ ذلِكَ،
وَإنَّ بَنِي إسْرَائِيلَ تَفَرَّقَتْ عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً،
وَسَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً؛ كُلُّهَا في
النَّارِ إَّ مِلَّةً وَاحِدَةً. قَالُوا مَنْ هِىَ؟ قَالَ : مَنْ كَانَ
عَلى مَا أنَا عَلَيْهِ وَأصْحَابِى[. أخرجه الترمذي.»حَذوَ النَّعْلِ
بِالنَّعْلِ« أى مثل النعل ‘ن إحدى النعلين تقطع وتقدّ على حذو النعل
ا‘خرى، والحذو : التقدير. قال الخطابى : في قوله # : ستفترق أمتى،
دلة على أن هذه الفرق غير خارجة عن الملة والدين إذ جعلهم من أمته .
5. ( 4777)- İbnu Amr İbni´l-As ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de
gelecektir. Öyle ki onlardan alenî olarak annesine gelen olmuşsa,
ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî
İsrail yetmiş iki millete ( dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de
yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi
ateştedir.”
“Bu fırka hangisidir ” diye soruldu.
“Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!” buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, ( 2643).][85]
AÇIKLAMA :
1- Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), her fırkayı burada millet
olarak isimlendirmektedir. Millet, aslında insanların Allah´a yakınlık
sağlayabilmeleri için Allah tarafından peygamberleri diliyle teşri
edilen şey, yani din mânasına gelir. Bütün şeriatler için kullanılır.
Herhangi bir şeriati ifade etmek için izafet yapılır; millet-i İbrahim,
millet-i Muhammed gibi. Ulema kelimeyi daha sonra öncelikle batıl
fırkaları ifade etmede kullanmıştır. Çünkü bunlar, aradaki farklılıkları
büyüterek, herbiri diğerinden ayrı bir dinmiş gibi ortaya çıkmış ve
mecazî olarak da millet diye isimlendirilmiştir. Bazı alimler, hak da
olsa batıl da olsa bir cemaatin müştereken benimsediği her bir fiil ve
kavle millet demiştir.
Öyleyse hadis, ümmet efradının, biri diğerinden farklı düşünce ve
davranışları benimseyen birkısım fırkalara ayrılacağını ifade etmiş
olmaktadır. Bu farklılıklar hevadan geleceği için hepsi batıl olup ,
sadece bir fırka sünnetten ayrılmayacağı için haktır.
Mirkat´ta Aliyyu´l-Kârî Mevakıf´tan naklen belli başlı İslamî fırkaları sekiz kısma ayırır :
1) Mu´tezile : Bunlar “Kul, fiilinin halıkıdır” derler, rü´yeti
reddederler, sevap ve ikabın vacip olduğunu söylerler. Başlıca 20
fırkaya ayrılmışlardır.
2) Hz. Ali muhabbetinde ifrata kaçan Şia. Bunlar 22 fırkaya ayrılmıştır.
3) Hz. Ali´yi ve büyük günah işleyenleri tekfirde ifrata kaçan Haricîler. Bunlar 20 fırkaya ayrılmıştır.
4) İman olunca günah zarar vermez, tıpkı küfür varsa amelin fayda vermediği gibi diyen Mürcie. Bunlar 5 fırkadır.
5) Fiillerin yaratılması meselesinde Ehl-i Sünnet gibi düşünmekle
birlikte, Allah´tan sıfatları nefyetmede ve kelamın hadis olduğunu
iddiada Mu´tezile gibi düşünen Neccâriye. Bunlar 3 fırkadır.
6) İnsanda ihtiyar yoktur, fiilinde mecburdur diyen Cebriyye. Bunlar tek fırkadır.
7) Allah´ı cisim yönüyle insana benzeten ve hulul iddia eden Müşebbihe. Bir fırkadır.
8 ) Ehl-i Sünnet. Bu da tek fırkadır. Hepsinin toplamı 73 yapar.
Bunların tali fırkaları mevzubahis edilmemiştir.
2- Burada şu hususu da belirtmemiz gerekir : Bu hadisi açıklayan
alimlerimiz Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın burada, fıkhî
meselelerdeki haram helal şeklindeki ihtilafları kastetmediğini
belirtirler. Öyleyse hadiste zemmedilen fırkalar tevhid esaslarında
hayır ve şerrin takdirinde, risalet ve peygamberliğin şartları,
sahabenin müvalatı gibi, daha çok itikada giren meselelerde haktan
ayrılıp hevaya sapan fırkalardır. Çünkü bu meselelerde ihtilaf edenler
birbirlerini tekfir etmişlerdir. Halbuki ahkâm-ı fer´iyye ve fıkhiyyede
ihtilafa düşenler arasında birbirlerini tekfir ve tefsik yoktur. Bu
sebeple sadedinde olduğumuz hadiste temas edilen ümmetin fırkalara
ayrılma işinden muradın, bu itikadi meselelerdeki ayrılıklar olduğu
kabul edilmiştir.
Bu tefrikalar, daha Sahabe hayatta iken, Sahabe devrinin sonlarına
doğru, Ma´bedu´l-Cühenî ve ona tabi olanlar tarafından çıkarılmaya
başlanmış, zaman içinde inkişaf kaydetmiş, belli başlı yetmiş üç fırkayı
bulmuştur.[86]
ـ4778 ـ6ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #
: َ يَذْهَبُ اللَّيْلُ وَالنَّهَارُ حَتّى تُعْبَدَ الَّتُ
وَالْعُزَّى. فَقُلْتُ : يَا رَسُولَ اللّهِ؟ إنْ كُنْتُ ‘ظُنُّ حِينَ
أنْزَلَ اللّهُ تَعالى : هُوَ الَّذِى أرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى
وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلى الدِّينِ كُلِّهِ. أنَّ ذَلِكَ تَامٌّ.
قَالَ : إنَّهُ سَيَكُونُ مِنْ ذلِكَ مَا شَاءَ اللّهُ تَعالى ثُمَّ
يَبْعَثُ اللّهُ رِيحاً طَيِّبَةً فَيُتَوَفّى كُلُّ مَنْ كَانَ في
قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ إيمَانٍ، فَيَبْقى مَنْ َ
خَيْرَ فيهِ فَيَرْجِعُونَ الى دِينِ آبَائِهِمْ[. أخرجه مسلم .
6. ( 4778 )- Hz. Aişe ( radıyallahu anhâ) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) ( bir gün) :
“Lât ve Uzza´ya ( tekrar) tapılmadıkça gece ile gündüz gitmeyecektir!”
buyurdular. Ben atılıp : “Ey Allah´ın Resulü! Allah Teala Hazretleri
“O Allah ki Resulünü hidayet ve hak dinle göndermiştir, ta ki onu bütün
dinlere galebe kılsın” ( Saff 9) ayetini indirdiği zaman ben bunun tam
olduğunu zannetmiştim!” dedim. Aleyhissalâtu vesselâm cevaben :
“Bu hususta Allah´ın dediği olacak. Sonra Allah hoş bir rüzgar
gönderecek. Bunun tesiriyle kalbinde zerre miktar imanı olanın ruhu
kabzedilecek. Kendisinde hiçbir hayır olmayan kimseler dünyada baki
kalacaklar ve bunlar atalarının dinlerine dönecekler!” buyurdular.”
[Müslim Fiten 52, ( 2907).][87]
ـ4779 ـ7ـ وعن ثَوْبَان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
# : إنَّمَا أخَافُ عَلى أُمَّتِى ا‘ئِمَّةَ الْمُضِلِّينَ، وَإذَا
وُضِعَ السَّيْفُ في أُمَّتِى لَمْ يُرْفَعْ عَنْهَا الى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ، وََ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَلْتَحِقَ قَبَائِلُ مِنْ
أُمَّتِى بِالْمُشْرِكِينَ، وَحَتّى تَعْبُدَ قَبَائِلُ مِنْ أُمَّتِى
ا‘وْثَانَ، وَإنَّهُ سَيَكُونُ في أُمَّتِى ثََثُونَ كَذّاباً كُلُّهُمْ
يَدَّعِى أنَّهُ نَبِىٌّ، وَأنَا خَاتَمُ النَّبِيِّينَ َ نَبِيَّ بَعْدِي،
وََ تَزَالُ الطَّائِفَةُ مِنْ أُمَّتِى عَلى الْحَقِّ َ يَضُرُّهُمْ مَنْ
خَالَفَهُمْ حَتّى يَأتِىَ أمْرُ اللّهِ وَهُمْ عَلى ذلِكَ[.قَالَ علي بن
المدينى رحمه اللّه تعالى : هم أصحاب الحديث. أخرجه مسلم وأبو داود
والترمذي مفرقا، وأخرجه رزين بهذا اللفظ .
7. ( 4779)- Sevban ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım. Ümmetimin arasına kılıç bir
kere girdi mi, artık kıyamet gününe kadar kaldırılmaz. Ümmetimden bir
kısım kabileler müşriklere iltihak etmedikçe, ümmetimden bir kısım
kabileler putlara tapmadıkça kıyamet kopmaz. Ümmetimde otuz tane yalancı
çıkacak hepsi de kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Halbuki
ben peygamberlerin mührüyüm ( sonuncusuyum) ve benden sonra peygamber
de yoktur. Ümmetimden bir grup hak üzerinde olmaktan geri durmaz. Onlara
muhalefet edenler onlara zarar veremezler. Allah´ın ( Kıyamet) emri,
onlar bu halde iken gelir.”
Ali İbnu´l-Medînî : “Bunlar ashabu´lhadistir” demiştir.” [Müslim,
İmaret 170, ( 1920); Ebu Davud, Fiten 1, ( 4252); Tirmizî, Fiten 32, (
2203, 2220, 2230). Hadisi, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî parça parça
rivayet etmişlerdir. Rezin ise bu lafızla ( kaydettiğimiz şekilde tek
bir rivayet halinde) tahriç etmiştir.][88]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis, kıyamete yakın hakim olacak fitne ahvaliyle ilgili olarak
muhtelif durumları zikretmektedir. Teysir müellifinin de belirttiği
üzere, kaynaklarda farklı rivayetler halinde parça parça rivayet edilmiş
olduğu halde, Rezîn bunları tek bir rivayet olarak kaydetmiştir. Ulema
sıhhat yönünden eşit olan hadislerin bu suretle rivayetinde beis görmez.
Ancak aralarında sıhhat açısından farklılıklar bulunan rivayetlerin
birleştirilmesi kesinlikle caiz olmaz.
2- Saptırıcı imam, ümmetin haktan ayrılarak batıla, sapıklığa,
fıskafücura gitmesine sebep olandır. Saptırma inanç ve fikirlerde olduğu
gibi, yaşayışta da olabilir. Hadiste “İnsanlar önderlerinin dini
üzeredir” denmiştir. Bazı hadislerde bu saptırıcıların cahil olacakları,
Allah´tan korkmayacakları da belirtilir. Bir Müslim hadisi şöyle
“Allah… insanlara cahil başlar bırakır. Bunlar ilme dayanmayan
fetvalar vererek dalalete düşerler. Halkı da dalalete atarlar.” Bu
rivayet Buharî´de gelmiştir.
3- Ümmet arasına kılıç girmekten maksad, fitnedir. Yani Müslümanların,
kendi aralarında ihtilaf ederek birbirlerini öldürmeleri, Hz. Osman (
radıyallahu anh)´ın şehit edilmesiyle başlayan bu hal günümüze kadar
ortadan kalkmış değildir. Böylece, bu hadisi de Resulullah´ın
mucizelerinden biri olarak değerlendirebiliriz.
4- Ümmetten bir kısmının puta tapması, müşriklere iltihak etmesi de açık
bir durumdur. Bazı şarihler burada işaret edilen putun manevi
olabileceğini söylemiştir. Nitekim bir başka hadiste “Dinar ve dirheme (
paraya) kul olanlar helak olmuştur” buyrularak sadece puta değil,
parayapula da kul olunabileceğine dikkat çekilmiştir. Günümüzde, İslam
beldelerinde her iki çeşit putçuluktan bahsedilebilir.
5- Resulullah, bu hadislerinde kıyamete kadar çok sayıda yalancı
peygamberlerin çıkacağını haber vermektedir. Bunlar sayıca otuzu
bulacaktır.
6- Hadis, kıyamete kadar İslam´ı yaşayan, İslam için açıktan açığa
mücadele eden bir grubun varlığını devam ettireceğini ifade eder. Ahmed
İbnu Hanbel´e göre bunlar ehl-i hadistir. Buhari´ye göre ehl-i ilimdir.
Nevevî daha geçerli bir yorumla bunların ümmetin her taifesinde
olabileceğine dikkat çeker : “Askerler arasında cengâver yiğitlerdir,
ulema arasında haktan taviz vermeyen , gerçeği canı pahasına söyleyen
kimselerdir. Halk arasında her çeşit levme, ta´yibe rağmen zühd ve
takvayı elden bırakmayan, emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´lmünkeri şiar
edinen kimselerdir.” Dindarlığın pek çok sıkıntı ve meşakkati peşinden
getirdiği günümüz şartlarında, İslam´a hasbî ve samimi bir surette her
memlekette gönül verip çilesini çeken, işten atılan, hapse tıkılan,
terfi ve makamından olan, karakollarda dayak yiyen, işkence çeken,
hayatını kaybeden her zümreden insan bu gruptan sayılmalıdır. Hiçbir
zümre bunu kendine mal edemez.
7- “Allah´ın emri, onlar bu halde iken gelir” ifadesi, kıyamet onların
başına kopar demek değildir. Çünkü, başka hadisler, kıyametin
mü´minlerin değil, kafirlerin başına kopacağını haber vermektedir. Öyle
ise ibare, kıyametin kopacağı en son vakte kadar yeryüzünden
dindarların, Rabb Teala´ya ihlasla kulluk yapanların eksik olmayacağını
ifade etmektedir. Kıyametin kopmasına az kala Yemen cihetinden esecek
hoş kokulu bir rüzgar bunların ruhunu kabzedecek, kıyamet kafirlerin,
facirlerin başına kopacaktır.[89]
ـ4780 ـ8ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : لَيَأتِيَنَّ عَلى النَّاسِ زَمَانٌ َ يَدْرى الْقَاتِلُ في
أيِّ شَىْءٍ قَتَلَ، وََ الْمَقْتُولُ في أى شَىْءٍ قُتِلَ. قِيلَ :
وَكَيْفَ ذلِكَ؟ قَالَ : الْهَرْجُ الْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ في
النَّارِ[. أخرجه مسلم .
8. ( 4780)- Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek.”
“Bu nasıl olur ” diye soruldu. Şu cevabı verdi :
“Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir.” [Müslim, Fiten 56, ( 2908 ).] [90]
ـ4781 ـ9ـ وعن أُسَامَة بن زَيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]أشْرَفَ
النَّبِىُّ # عَلى أُطُمٍ مِنْ آطَامِ الْمَدِينَةِ. فقَالَ : هَلْ
تَرَوْنَ مَا أرَى؟ قَالُوا : ، قال : فإنِّى ‘رَى مَوَاقِعَ الْفِتَنِ
خَِلَ بُيُوتِكُمْ كَمَواقِع الْقَطْرِ[. أخرجه الشيخان.»ا‘طمُ« بناء
مرتفع، وجمعه آطام .
9. ( 4781)- Üsame İbnu Zeyd ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor :
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), Medine´nin Ütüm denen ( eski ve
yüksek) binalarından birine yaklaşmıştı :
“Benim gördüklerimi siz de görüyor musunuz ” buyurdular. Yanındakiler : “Hayır” deyince, açıkladı :
“Ben, şu evlerinizin arasında bir kısım fitnelerin yerlerini görüyorum,
tıpkı yağmur yerleri gibi.” [Buhârî, Fezailu´l-Medine 8, Mezalim 25,
Menakıb 25, Fiten 4; Müslim, Fiten 9, ( 2885).][91]
AÇIKLAMA :
1- Ütüm, Medine´de taştan yapılmış müstahkem binalara denir; bir nevi kaledir. Bazı tariflere göre Batı´daki şatoyu andırırlar.
2- Medine´ye fitnelerin çokça gelmesini yağmura teşbih buyurmuştur.
Şarihler, Hz. Osman´ın şehid edilmesiyle başlayıp arkası kesilmeden
devam eden fitne hareketlerini hatırlatarak, Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ın bu ihbarını onun mucizelerinden biri olarak zikrederler.
Hadiste geçen rü´yet ( görme) hadisesi için de : “Ya ilmî bir
rü´yettir, yahut da aynî ( gözle olan) bir rü´yettir. Bu da fitnelerin,
onun göreceği şekilde temessül ettirilmiş olmasıyla mümkün olur.
Nitekim kıble cihetinde cennet ve cehennem de ona temessül ettirilmiş,
namaz kılarken görmüştür” denilmiştir.
Resulullah´ın bunu ihbarı, ashabını fitneyi sabırla karşılamaya
hazırlamak içindir. Fitneyi haber verdiği hadislerde, soru üzerine, o
esnada nasıl davranmaları gerektiği hususunda açıklamalar yapmıştır :
Konuşmamak, bulaşmamak, sıkıntılara katlanmak, fitne çıkan yerden
uzaklaşmak vs. [92]
ـ4782 ـ10ـ وعن أبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : تَمْرُقُ مَارَقَةٌ عِنْدَ فِرْقَةٍ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
يَقْتُلُهَا أوْلى الطَّائِفَتَيْنِ بِالْحَقِّ[. أخرجه أبو داود.»تمرقُ«
أى تخرج طائفة من الناس على المسلمين فتحاربهم.و»وَالْمارقُ« الخارج عن
الطاعة المفارق للجماعة .
10. ( 4782)- Ebu Said ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Müslümanlar arasına tefrika girip ( iki fırkaya ayrıldıkları) zaman
dinden çıkan bir taife zuhur edecek. Onları, iki taifeden hakka en yakın
olanı öldürecektir.” [Müslim, Zekat 150, ( 1065); Ebu Davud, Sünnet
13, ( 4467).][93]
AÇIKLAMA :
Hadis, Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın mucizelerinden biridir.
Zîra, haber verdiği gibi çıkmıştır. İhtilaflar çıktığı zaman, kendini
gösteren iki fırkadan biri Hz. Ali ve taraftarları, diğeri de Hz. Ali (
radıyallahu anh) ile savaşan muhalifleridir. Bu sırada zuhur eden sapık
zümre ise Haricîlerdir. Haricîleri, Hz. Ali fırkası öldürmüştür.
Nevevî der ki : “Bu ( meseleye temas eden) rivayetler, ilk
ihtilaflarda Hz. Ali ve taraftarlarının haklı, muhaliflerinin yani Hz.
Muaviye ve taraftarlarının haksız ve müteevvil olduklarını gösterir.
Yine bu rivayetlerden her iki tarafın da mü´min olduklarını
anlamaktayız. Bunlar, aralarında savaş yapmakla dinden çıkmış
değillerdir, fâsık da olmuş değillerdir.”
Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat, Ashab-ı Güzîn arasında cereyan eden bu
savaşlarda iyi niyetle, rıza-ı Bari için hareket edildiğni, her iki
taraf da içtihad etmiş olmakla birlikte Hz. Ali´nin içtihadında musib
olduğunu, öbür tarafın isabet edemediğini; ancak, “müçtehid müçtehidi
nakzedemez”, “müçtehid hata ederse günahkâr olmaz, sadece içtihad sevabı
alır” gibi temel prensipler icabı, her iki tarafın da Allah indinde
mükafaat göreceği neticesini çıkarmıştır.
Hadiste de görüldüğü üzere sapık oldukları tebeyyün eden Haricîlerin Hz.
Ali´yi tekfir etmeleri, onların sapıklığına delil olmaktadır. [94]
ـ4783 ـ11ـ وعن ابن عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : إذَا مَشَتْ أُمَّتِى الْمُطَيطَاءَ وَخَدَمَتْهَا أبْنَاءُ
الْمُلُوكِ : فَارِس وَالرُّومُ، سُلِّطَ شِرَارُهَا عَلى خِيَارِهَا[.
أخرجه الترمذي.»المُطَيطَاءُ« بضم الميم والمد : المشى بتبختُر، وهى
مِشْيَةُ المتكبرين المتجبرين .
11. ( 4783)- İbnu Ömer ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki : “Ümmetim çalımlı çalımlı
yürüdü ve meliklerin evladları, Rumlar ve İranlılar hizmetini yaptı mı,
şerirleri hayırlılarına musallat edilecektir.” [Tirmizî, Fiten 64, (
2262).][95]
AÇIKLAMA :
1- Şarihler bu hadisi de Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın
mucizelerinden sayarlar. Zîra, Bizans ve İran toprakları fethedilip
onların hazine ve malları ganimet kılınıp, insanları esir edilince iç
fitneler başlamış, ilk defa Hz. Osman´a saldırılmış, daha sonra Emevîler
Haşimîlere saldırmış ve böylece başlayan fitneler günümüze kadar
aralıksız devam edip gelmiştir.
2- Çalımlı çalımlı yürümek, kibir ve gurura düşmek, kulluk haddinin dışına çıkmaktır. Kibir, bir nevi şirk ve inkârdır.[96]
ـ4784 ـ12ـ وعن ابن عَمْرِو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : إذَا فُتِحَتْ عَلَيْكُمْ خَزَائِنُ فَارِسَ
وَالرُّومِ، أىُّ قَوْمٍ أنْتُمْ؟ قَالَ عَبْدُ الرَّحْمنِ ابْنُ عَوْفِ :
نَكُونُ كَمَا أمَرَنَا اللّهُ تَعَالَى. فَقَالَ # : بَلْ
تَتَنَافَسُونَ وَتَتَحَاسَدُونَ ثُمَّ تَتَدَابَرُونَ وَتَتَبَاغَضُونَ،
ثُمَّ تَنْطَلِقُونَ الى مَسَاكِينَ الْمُهَاجِرِينَ فَتَحْمِلُونَ
بَعْضَهُمْ عَلى رِقَابِ بَعْضٍ[. أخرجه مسلم.»المُنَافَسَةُ« على الشئ :
المغالبة عليه وانفراد به.و»التَّدَابُر« كناية عن اختف وافتراق.
12. ( 4784)- İbnu Amr İbni´l-As ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) bir gün :
“Size İran ve Bizans´ın hazineleri açılınca, nasıl bir kavim olacaksınız
” diye sormuştu. Abdurrahman İbnu Avf : “Allah´ın emrettiği şekilde
oluruz!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm :
“Bilakis, sizler birbirinizle münafese ( menfaat yarışı) edecek,
hasedleşecek sonra da birbirinizden yüz çevirecek ve kinleşeceksiniz.
Daha sonra da muhacirlerin miskin ( ve zayıf olan)larına gidip bir
kısmını diğeri üzerine valiler yapacaksınız.” [Müslim, Zühd 7, (
2962).][97]
ـ4785 ـ13ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : إذَا كَانَتْ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ، وَأغْنِيَاؤُكُمْ
سُمَحَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ ا‘رْضِ خَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا؛ وَإذَا كَانَتْ أُمَرَاؤُكُمْ شَرَارَكُمْ،
وَأغْنِيَاؤُكُمْ بُخََءَكُمْ وَأُمُورُكُمْ الى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ
ا‘رْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا[. أخرجه الترمذي .
13. ( 4785)- Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Umerânız hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehâvetkâr
kimselerse, işlerinizi aranızda müşavere ile hallediyorsanız, bu durumda
yerin üstü ( hayat), altından ( ölümden) hayırlıdır. Eğer umeranız
şerirlerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise,
yerin altı üstünden, ( ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır. ( Çünkü
artık dini ikame imkanı kalmaz.)” [Tirmizî, Fiten 78, ( 2267).][98]
ـ4786 ـ14ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #
كَيْفَ بِكُمْ إذَا فَسَقَ فِتْيَانُكُمْ، وَطَغَى نِسَاؤُكُمْ. قَالُوا :
يَا رَسُولَ اللّهِ؛ وَإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ. قَالَ : نَعَمْ وَأشَدُّ.
كَيْفَ إذَا لَمْ تَأمُرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَلَمْ تَنْهَوْا عَنِ
الْمُنْكَرِ؟ قَالُوا : يَا رَسُولَ اللّهِ، وَإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ؟
قَالَ : نَعَمْ وَأشَدُّ. كَيْفَ بِكُمْ إذَا أمَرْتُمْ بِالْمُنْكَرِ
وَنَهَيْتُمْ عَنِ الْمُعْرُوفِ؟ قَالُوا :
يَا رَسُولَ اللّهِ، وإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ؟ قَالَ : نَعَمْ وَأشَدُّ.
كَيْفَ بِكُمْ إذَا رَأيْتُمْ الْمَعْرُوفَ مُنْكَراً وَالْمُنْكَرَ
مَعْرُوفاً، قَالُوا يَا رَسُولَ اللّهِ، وَإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ؟ قَالَ :
نَعَمْ[. أخرجه رزين .
14. ( 4786)- Hz. Ali ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) ( bir gün) :
“Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur ” diye sormuştu. ( Yanındakiler hayretle) :
“Ey Allah´ın Resulü, yani böyle bir hal mi gelecek ” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdu ve devam etti :
“Emr-i bi´lma´rufta bulunmadığınız, nehy-i ani´lmünker yapmadığınız
vakit haliniz ne olur ” diye sordu. ( Yanındakiler hayretle) :
“Yani bu olacak mı ” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdular ve sormaya devam ettiler :
“Münkeri emredip, ma´rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur ” ( Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek) :
“Ey Allah´ın Resulü! Bu mutlaka olacak mı ” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdular ve devam ettiler :
“Ma´rufu münker, münkeri de ma´ruf addettiğiniz zaman haliniz ne olur ” (
Yanındaki Ashab) : “Ey Allah´ın Resûlü! Bu mutlaka olacak mı ” diye
sordular.
“Evet, olacak!” buyurdular.” [Rezin tahric etmiştir. Bu rivayet daha
muhtasar olarak Ebu Ya´lâ´nın Müsned´inde ve Taberanî´nin
el-Mucemu´l-Evsat´ında tahric edilmişir. Heysemî, Mecmau´z-Zevaid´de
kaydetmiştir ( 7, 281).][99]
AÇIKLAMA :
İslam´ın en şa´şaalı şekilde yaşandığı bir anda, zamanımızdaki içtimâî
bozukluğu olduğu gibi görüp tasvir etmek, gerçekten lisan-ı nübüvvete
has bir hadisedir, tam bir mucizedir.
Resulullah tedricen şu hallerin vukua geleceğini haber vermektedir :
1) Gençlerin taşkınlığı, kadınların azması.
2) Emr-i bi´lma´ruf ve nehy-i ani´lmünkerin terki.
3) Münkerin emredilmesi, ma´rufun yasaklanması.
4) Ma´rufun münker münkerin ma´ruf addedilmesi.
Hadisin siyakından şu husus anlaşılmaktadır : Bu içtimâî ve dinî
bozuklukların ilk halkasını, gençlerin ve kadınların ihmal edilerek
İslamî terbiye ile yeterince terbiye edilmemesi teşkil etmektedir.
Bu hal zamanla emr-i bi´lma´rufun terkine müncer olmaktadır.
Emr-i bi’l-ma’rufun terki, zamanla münkerin emrine, ma’rufun nehyine sebep olmaktadır.
Bozulmanın son halkasını ma´rufun münker bilinmesi, münkerin de ma´ruf sayılması teşkil etmektedir.
Bu hal, değerler sisteminin alt-üst olması, tersine dönmesidir.
Günümüzde ilericilik, çağdaşlık, laiklik yaftası altında ta´mime
çalışılan beşerî değerler sistemi, dinî açıdan ma´rufun münker
addedilmesinden başka bir şey değildir. Keza çağdışılık, gericilik,
yobazlık, anti laisizm şeklinde ifade edilen hususlar da ma´rufun münker
addedilmesinden başka bir mâna taşımaz.
Resulullah´ın gerçek bir mucizesi olarak değerlendirdiğimiz bu hadisinin
bir başka dikkat çeken yönü, bu hallere düşecek kimselerin ümmet
mefhumuna dahil olmasıdır. Yani İslam´ın dışında, gayr-ı müslimlerin
kafalarında gelişip, hayatlarında yaşanacak bozukluklar olmayıp, bizzat
Müslümanlara intikal edeceğinin bu hallerin Müslümanlarca
benimseneceğinin ifade edilmiş olmasıdır.
Dediğimiz gibi, en azından memleketimizde bu halleri son zamanlarda iyice müşahede eder hale geldik.[100]
ـ4787 ـ15ـ وعن أبى مالكٍ أو أبى عَامرٍ ا‘شعرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال :
]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # : لَيَكُونَنَّ مِنْ أُمَّتِى قَوْمٌ
يَسْتَحِلُّونَ الْحِرَ وَالْحَرِيرَ، وَالْخَمْرَ وَالْمَعَازِفَ،
وَلَيَنْزِلَنَّ أقْوَامٌ الى جَنْبِ عَلَمٍ، تَروحُ عَلَيْهِمْ سَارِحَةٌ
لَهُمْ فَيْأتِيهِمْ رَجُلٌ لِحَاجَتِهِ، فَيَقُولُونَ : ارْجِعْ
إلَيْنَا غَداً فَيُبَيِّتُهُمُ اللّهُ تَعالى، وَيَضَعُ الْعَلَمَ،
وَيَمْسَخُ آخَرِينَ قِرَدَةً وَخَنَازِيرَ
الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ[. أخرجه البخاري.»الحِر« بكسر الحاء المهملة
وبعدها راءٌ مهملة، والمراد به هنا : الزنا.و»العَلَمُ« الجبل
والعمة.و»تَروحُ علَيْهِمْ السَّارِحَةَ« السارحة : المواشى تسرح الى
المرعى، وتروح الى أهلها بالعشى.و»بَيَّتَهُمُ العدوُّ« إذا طرقهم لي وهم
غافلون .
15. ( 4787)- Ebu Malik veya Ebu Amir el-Eş´arî ( radıyallahu anh)
anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Ümmetimden bir kavim, ferci ( zinayı), ipeği, içkiyi, çalgıyı helal
addedecektir. Bir kısım kavimler de bir dağın eteğine inecekler. Onların
sürüsünü, çoban sabahları yanlarına getirecek. ( Fakir) bir adam da
bir ihtiyacı için yanlarına gelecek. Onlar adama :
“Bize yarın gel!” derler. Bunun üzerine Allah onları geceleyin
yakalayıverir ve dağı tepelerine koyarak bir kısmını helak eder. Geri
kalanları da mesh ederek kıyamete kadar maymun ve hınzırlara çevirir.”
[Buhârî, Eşribe 6.][101]
AÇIKLAMA :
Hadiste zikredilen belanın hakikatı üzere olacağı gibi, mecaz olacağı da
kabul edilmiştir. Hakikatı üzere olması mümkündür. Zîra geçmiş
milletlerde, benzer hâdiseler vaki olmuştur. Mecaz olması halinde
insanların ahvalinin değişmesinden kinayedir. İbnu Hacer : “Hakikat
olması esastır” der.[102]
ـ4788 ـ16ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]كَانَ النَّاسُ
يَسْألُونَ رَسُولَ اللّهِ # عَنِ الْخَيْرِ، وَكُنْتَ أسْألُهُ عَنِ
الشَّرِّ، مَخَافَةَ أنْ يُدْرِكَنِى. فَقُلْتُ : يَا رَسُولَ اللّهِ
إنَّا كُنَّا في جَاهِلِيَّةٍ وَشَرٍّ فَجَاءَنَا اللّهُ بهذَا الْخَيْرِ،
فَهَلْ بَعْدَ هذَا الْخَيْرِ مِنْ شَرٍّ. قَالَ : نَعَمْ : قُلْتُ :
فَهَلْ بعْدَ ذلِكَ الشَّرِّ مِنْ خَيْرٍ قَالَ : نَعَمْ، وَفِيهِ
دَخَنٌ. فَقُلْتـ34وَمَا دَخَنُهُ؟ قَالَ :
قَوْمٌ يَسْتَنُّونَ بِغَيْرِ سُنَّتِي وَيَهْتَدُونَ بِغَيْرِ هَدْيِي
تَعْرِفُ مِنْهُمْ وَتُنْكِرُ. قُلْتُ : فَهَلْ بَعْدَ ذلِكَ الْخَيْرِ
مِنْ شَرٍّ؟ قَالَ : نَعَمْ. دُعَاةٌ على أبْوَابِ جَهَنَّمَ، مَنْ
أجَابَهُمْ إلَيْهَا قَذَفُوهُ فيهَا. قُلْتُ : يَا رَسُولَ اللّهِ،
فَمَا تَأمُرُنِى إنْ أدْرَكَنِى ذلكَ؟ قَالَ : تَلْزَمُ جَمَاعَةَ
الْمُسْلِمينَ وإمَامَهُمْ. قُلْتُ : فإنْ لَمْ يَكُنْ جَمَاعَةٌ وََ
إمَامٌ؟ قَالَ : فاعْتَزِلْ تِلْكَ الْفِرَقَ كُلِّهَا وَلَوْ أنْ
تَعَضَّ بِأصْلِ شَجَرَةٍ؛ حَتّى يُدْرِكَكَ الْمَوْتُ وأنْتَ عَلى ذلِكَ[.
أخرجه الشيخان وأبو داود .
16. ( 4788 )- Hz. Huzeyfe ( radıyallahu anh) anlatıyor :
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´a halk hayırdan sorardı. Ben ise,
bana da ulaşabilir korkusuyla, hep şerden sorardım. ( Yine bir gün) :
“Ey Allah´ın Resulü! Biz cahiliye devrinde şer içerisinde idik. Allah
bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı ” diye sordum.
“Evet var!” buyurdular. Ben tekrar : “Pekiyi bu şerden sonra hayır var mı ” dedim.
“Evet var! Fakat onda duman da var” buyurdular. Ben : “Duman da ne ” dedim.
“Bir kavim var. Sünnetimden başka bir sünnet edinir; hidayetimden başka
bir hidayet arar. Bazı işlerini iyi ( maruf) bulursun, bazı işlerini
kötü ( münker) bulursun” buyurdular. Ben tekrar : “Bu hayırdan sonra
başka bir şer kaldı mı ” diye sordum.
“Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran davetçiler var. Kim onlara
icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar”
buyurdular. Ben : “Ey Allah´ın Resulü! Ben ( o güne) ulaşırsam, bana
ne emredersiniz ” dedim.
“Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma. [İmam
sırtına ( zulmen) vursa, malını ( haksızlıkla) alsa da onu dinle ve
itaat et!]” buyurdular.
“O zaman ne cemaat ne de imam yoksa ” dedim.
“O takdirde bütün fırkaları terket ( kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne
dişlerinle tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette
kal!” buyurdular.” [Buharî, Fiten 11, Menakıb 25; Müslim, İmaret 51, (
1847); Ebu Davud, Fiten 1, ( 4244, 4245, 4246, 4247).][103]
AÇIKLAMA :
Bu hadisten ulema, İbnu Hacer´in açıklamasına göre, Müslümanların
cemaatine uymanın şart olduğu, asi bile olsalar sultanlara itaatin
gerektiği hükmünü çıkarmışlardır.
Beyzâvî der ki : “Mânası şudur : “Eğer yeryüzünde halife yoksa, sana
uzlet ve zamanın sıkıntılarına sabır gerekir. “Ağacın köküne dişlerle
tutunmak” tabiri meşakkate tahammülden kinayedir. Şu sözde olduğu gibi :
“Falan elemin şiddetinden taşı ısırıyor.” Veya maksad “uymak”tır.
Nitekim bir başka hadiste “Ona dişlerinizle tutunun” denmiştir. Önceki
mânayı bir başka hadisteki “Sen bir köke dişinle tutunmuş vaziyette
ölsen, o ( fitne cemaatlerinden) birine uymandan hayırlıdır” ifadesi
teyid eder.”
İbnu Battal der ki : “Müslümanların cemaatine uyup, zalim imamlara
isyanı terk etmek gerektiği görüşünde olan fakihler cemaatine bu hadiste
hüccet vardır. Çünkü, hadis sonuncu taifeyi, “Cehennem kapılarına davet
ediciler” olarak vasfetti. Onlar hakkında, “Bazı işlerini iyi ( maruf)
bulursun, bazı işlerini de kötü ( münker) bulursun” demedi. Bunlar
öyle olmazlar, bunlar hak üzere değildirler. Buna rağmen cemaate uymayı
emretti.”
Taberî der ki : “Bu emir ve cemaat hususunda ihtilaf edilmiştir. Bir
grup alim : “Bu emir vacip ifade eder. “Cemaat”ten murad da, sevad-ı
azam ( yani ekseriyet)tir” demiştir.” Taberî, sonra İbnu Mes´ud´dan bir
fetva kaydeder : “Hz. Osman katledildiği zaman kendisine vaki olan
bir sual üzerine : “Sana cemaate uymayı tavsiye ederim. Zîra Allah
Teala hazretleri, ümmet-i Muhammed´in hepsini dalalete atıcı değildir”
diye tavsiyede bulunur. Bir grup da şöyle der : “Cemaat”ten murad
Sahabe´dir; sonraki nesiller değil.” Bir grup da : “Onlardan murad
ehl-i ilimdir. Zira Allah Teala hazretleri alimleri halk için bir hüccet
kılmıştır. İnsanlar din meselesinde onlara tabidirler” demiştir.
Taberî, bu farklı görüşleri kaydettikten sonra der ki : “Doğru olanı
şudur : “Hadisten murad, emir tayininde ( ehl-i hal ve akdin) içtima
etmiş bulunduğu kimseye itaat etmekte olanların cemaatine uymaktır. Kim
biatını bozarsa cemaatten ayrılmış olur.” Devamla der ki : “Hadiste şu
hüküm de var : “İnsanlar imamsız kalır ve insanlar bu yüzden
fırkalara ayrılırsa, kişi şerre düşmek korkusuyla elinden gelirse bu
fırkalardan hiçbirine katılmaz. Diğer hadislerde gelen ifadeler de bu
hükme uyarlar. Bu hüküm esas alınınca zahirinde ihtilaf olan hadisler de
telif edilmiş olur.”
İbnu Ebî Cemre hadisten başka incelikler çıkarır :
* “Bu hadiste, kullardan herbirini dilediği şekilde istihdam edişinde
kullar hakkındaki Allah´ın hikmeti gözükmektedir. Şöyle ki : Ashab´ın
çoğuna, bizzat amel etmeleri ve başkalarına da tebliğ etmeleri için,
hayırdan sual etmeleri sevdirildiği halde, Huzeyfe ( radıyallahu
anh)´ye de bizzat çekinmesi ve Allah´ın kurtuluşunu irade ettiği
kimselerden de def´ine sebep olması için şerden sual etmesi
sevdirilmiştir.
* Hadisten, Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın sadırının genişliği
ve herkese her ne sorarsa uygun cevap verebilecek kadar her hususa
müteallik ahkâmı bildiği de görülmektedir.
* Hadisten şu netice de çıkarılmaktadır : Her kime bir şey
sevdirilirse, o kimse, bu hususta başkasını geçer. Bundandır ki, Hz.
Huzeyfe, başkasının bilmediği şeyleri bilen sahib-i sır idi. Öyle ki,
münafıkların ismini ve müstakbel hadiselerin birçoğunu bilmekte idi.
* Hadisten elde edilen bir diğer nafi prensip ta´lim edebine
girmektedir; talebeye, çeşitli mübah ilimlerden hangisine meyletmişse
onu öğretmek esas alınmalıdır. Çünkü, talebenin onda başarılı olma ve
hakkından gelme şansı daha kuvvetlidir.
* Hadis, hayır yolunu gösteren her şeye hayır, şerre sevkeden herşeye de şer dendiğini de ifade eder.
* Kim, Kur´an ve sünnet varken bir başka şeyi din için asıl yapar da
Kur´an ve sünneti ikinci plana atar ve bu ihdas ettiği şeye tabi
kılarsa, yapılan bu iş zemmedilir, kabul edilmez.
* Bâtılı ve nebevî hidayete muhalefet eden her şeyi reddetmek vaciptir.
Sünnete muhalif olan şeyi, makamı yüksek veya alçak her kim söylemiş
olursa olsun, hükmü birdir, merduddur.”[104]
ـ4789 ـ17ـ وعن عبدالرّحمنِ بن عبدِ رَبِّ الْكَعْبَةِ. قَالَ :
]دَخَلْتُ الْمَسْجِدَ فإذَا عَبْدُاللّهِ بْنُ عَمْرِو بْنُ الْعَاصِ
رَضِيَ اللّهُ عَنْهما جَالِسٌ
في ظِلِّ الْكَعْبَةِ، وَالنَّاسُ في ظِلِّ الْكَعْبَةِ مُجْتَمِعُونَ
إلَيْهِ فَجَلَسْتُ إلَيْهِ. فقَالَ : كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللّهِ # في
سَفَرٍ، فَنَزَلْنَا مَنْزًِ فَمِنَّا مَنْ يُصْلِحُ خِبَاءَهُ وَمِنَّا
مَنْ يُنَضِّدُ رَحْلَهُ، وَمِنَّا مَنْ هُوَ في جَشَرِهِ، إذْ نَادَى
مُنَادِى رَسُولِ اللّهِ # : الصََّةُ جَامِعَة، فَاجْتَمَعْنَا إلَيْهِ.
فقَالَ : إنَّهُ لَمْ يَكُنْ نَبِيٌّ قَبْلِي إَّ كَانَ عَلَيْهِ أنْ
يَدُلَّ أُمَّتَهُ عَلى خَيْرِ مَا يَعْلَمُهُ لَهُمْ، وَيُنْذِرَهُمْ
شَرَّ مَا يَعْلَمُهُ لَهُمْ، وَإنَّ أُمَّتِكُمْ هذِهِ جُعِلَ عَافِيتُهَا
في أوَّلِهَا، وَسَيُصِيبُ آخِرَهَا بََءٌ، وَأُمُورٌ تُنْكِرُونَهَا،
فَتَجئُ فِتْنَةٌ فَيَزْلِقُ بَعْضُهَا بَعْضاً. فَيَقُولُ الْمُؤْمِنُ :
هذِهِ مُهْلِكتِي. ثُمَّ تَنْكَشِفُ وَتَجِئُ الْفِتْنَةُ. فَيَقُولُ
الْمُؤْمِنُ : هذِهِ هذِهِ. فَمَنْ أحَبَّ أنْ يُزَحْزَحَ عَنِ النَّارِ
وَيُدْخَلَ الْجَنَّةَ، فَلْتَأتِهِ مَنِيَّتُهُ وَهُوَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ اŒخِرِ، وَلْيَأتِ الى النَّاسِ مَا يُحِبُّ أنْ يُؤْتى
إلَيْهِ، وَمَنْ بَايَعَ إمَاماً فَأعَطَاهُ صَفْقَةَ يَدِهِ وَثَمْرَةَ
قَلْبِهِ فَلْيُطِعْهُ مَا اسْتَطَاعَ. فإنْ جَاءَ آخَرُ يُنَازِعُهُ
فَاضْرِبُوا عُنُقَ اŒخَرِ. قَالَ : فَدَنَوْتُ مِنْهُ. فَقُلْتُ :
أنْشُدُكَ اللّهَ، أأنْتَ سَمِعْتَ هذَا مِنْ رَسُولِ اللّهِ # فأهْوى إلى
أُذُنِهِ وَقَلْبُهُ بِيَدِهِ؛ وَقَالَ : سَمِعَتْهُ أُذُنَاىَ،
وَوَعَاهُ قَلْبِى. فَقُلْتُ : إنَّ ابْنَ عَمِّكَ مُعَاوِيَةَ
يَأمُرُنَا أنْ نَأكُلَ أمْوَالَنَا بَيْنَنَا بِالْبَاطِلِ، وَنَقْتُلَ
أنْفُسَنَا، واللّهُ تَعالى يَقُولُ : يَا أُيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ
تَأكُلُوا أمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إَّ أنْ تَكُونَ تِجَارَةً
عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وََ تَقْتُلُوا أنْفُسَكُمْ إنَّ اللّهَ كَانَ
بِكُمْ رَحِيماً. فَسَكَتَ عَنِّى سَاعَةً؛ ثُمَّ قَالَ : أطْعِهُ في
طَاعَةِ اللّهِ، وَاعْصِهِ في مَعْصِيَةِ اللّهِ[. أخرجه مسلم
والنّسائى.»اَلْجَشَرُ« هنا : المال من المواشى التي ترعى حول البيت، و
تروح
الى أهلها لي.و»يَزْلِقُ بَعْضُهَا بَعْضاً« أى يدفعه بسرعة وُروده عليه.وروى »يَزْهَقُ«. بالهاء بدل الم.و»ا“زهاقُ« اعجال .
17. ( 4789)- Abdurrahman İbnu Abdi´l-Ka´be anlatıyor : “Mescide
girmiştim. Abdullah İbnu Amr İbni´l-As ( radıyallahu anhümâ)´yı gördüm,
Ka´be´nin gölgesinde oturuyordu. Ka´be´nin gölgesinde birçok kimse ona
müteveccih olarak oturmuştu. Ben de ona doğru oturdum. Şunu anlattı :
“Bir seferde Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´la beraberdik. Bir
yerde konakladık. Kimimiz çadırını tamir ediyor, kimimiz yerini
düzlüyor,( 29) kimimiz hayvanlarını güdüyordu. Derken Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´ın münadisi seslendi : “es-Salatu câmia :
Haydin namaza!” Resulullah´a gittik, yanında toplandık. Şöyle buyurdular
:
“Benden önce her peygamber, ümmeti için hayır bildiği şeyi onlara
öğretmekle mükellef idi. Onlar için şer bildiği şeyden de onları inzar
etmesi ( korkutması) gerekli idi. Bilesiniz, şu ümmetinizin afiyeti
önce gelenler hakkında kesin kılınmıştır. Sonrakiler belaya ve kötü
addedeceğiniz birkısım hallere maruz kalacaklardır. Birbirini takip eden
fitneler gelecek. Mü´min : “Bu fitne helakimdir” diyecek. Sonra bu
kalkacak, başka bir fitne gelecek. “Helakim işte bundan, işte bundan”
diyecek. Öyleyse, kim ateşten uzak kalmayı ve cennete girmeyi dilerse,
Allah´a ve ahiret gününe inanır olduğu halde ölümü karşılasın.
İnsanlara, onların kendisine nasıl muamele etmelerini dilerse öyle
muamelede bulunsun. Kim bir imama biat edip samimiyetle sadakat sözü
vermiş ise, elinden geldikçe ona itaat etsin. Bir başkası gelip, önceki
ile münazaaya girişecek olursa sonradan çıkanın boynunu uçurun.
“Ravi ( Abdurrahman) der ki : “Abdullah İbnu Amr´a yanaştım ve :
“Allah aşkına söyle. Bu anlattıklarını bizzat kendin Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´dan işittin mi ” dedim. Sorum üzerine eliyle
kulak ve kalbini tutarak : [105]
“Evet kulaklarım işitti, kalbim de belledi” dedi. Ben :
“Ama, amcaoğlun Muaviye, bize mallarımızı aramızda batıl bir şekilde
yememizi, birbirimizi öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah Teala
hazretleri ( mealen) : “Ey iman edenler! Birbirinizin malını haram
şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticaret başkadır.
Birbirinizi ve kendinizi öldürmeyin. Canlarınızı da boşu boşuna
tehlikeye atmayın. Şüphesiz ki Allah size merhametlidir” ( Nisa 29)
buyuruyor” dedim. Biraz sustu sonra :
“Allah´a itaatte ona itaat et, Allah´a isyanda ona isyan et!” dedi. ”
[Müslim, İmaret 46, ( 1844); Nesâî, Bey´at 25, ( 7, 153); Ebu Davud,
Fiten 1, ( 4248 ); İbnu Mace, Fiten 9, ( 3956).][106]
AÇIKLAMA :
Hadis, izah gerektirmeyecek kadar açık. Ancak son kısımdan, konuşmanın
Hz. Muaviye ( radıyallahu anh) zamanında geçtiği anlaşılmaktadır. Bu
durumda, icraatı ve hatta meşruiyeti bazı dedikodulara sebep olan halife
Hz. Muaviye´ye itaat hususunu gündeme getirmektedir. Anlaşılan, hadisin
ravisi Abdurrahman, Hz. Muaviye´nin emirlerine itaatın caiz olup
olmayacağı hususunda mütereddittir. Bu tereddütünü, yeri gelmişken
Abdullah İbnu Amr İbni´l-As´a, Hz. Muaviye aleyhinde ayet-i kerimeyi de
delil kılarak sorar. Ancak yüce sahabi İbnu Amr, fitne hususundaki
İslam´ın fetvasını verir :
“Allah´a itaat etmeyi tazammun eden emirlerinde itaat edin. Allah´a isyan mânasını taşıyan emirlerinde isyan edin!”
Hadiste geçen “isyan etmek”ten murad “Allah´a isyanı mucip olan emirlere
uymayın, o çeşit emirlerini icra etmeyin!” mânasındadır. Çünkü, ulema
zalim imamı devirme mânasındaki isyana çok kayıtlarla fetva vermiştir.
Bu hususa daha önce temas etmiş idik. ( 2. cilt, 287-300.
sayfalar).[107]
ـ4790 ـ18ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #
: يُوشِكُ أهْلُ الْعِرَاقِ أنْ َ يَجِئَ إلَيْهِمْ قَفِيزٌ وََ
دِرْهَمٌ. قِيلَ : مِنْ أيْنَ؟ قَالَ : مِنْ قِبَلِ الْعَجَمِ
يَمْنَعُونَ ذلِكَ. ثُمَّ قَالَ : يُوشِكُ أهْلُ الشَّامِ أنْ َ يَجِئَ
إلَيْهِمْ دِيَنارٌ وََ مُدْيٌ. قِيلَ : مِنْ أيْنَ ذلِكَ؟ قَالَ :
مِنْ قِبَلِ الرُّومِ. ثُمَّ سَكَتَ هُنَيْهَةً[. أخرجه مسلم .»القَفِيزُ«
مكيال بالعراق وهو ثمانية مكاكيك.و»الْمُدْيُ« مكيال ‘هل الشام يسع خمسة
وأربعين رط، والمعنى أن أهل الذمة يمتنعون من أداءِ الجزية .
18. ( 4790)- Hz. Cabir ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) :
“Irak ehline bir ölçeklik yiyecek ve tek dirhemlik paranın gelmeyeceği zaman yakındır!” buyurmuşlardı.
“Nereden ” diye soruldu.
“Acem diyarından. Onlar bunu yasaklayacak” buyurdu ve devamla :
“Şam ehline de tek dinarlık paranın ve bir ölçeklik yiyeceğin gelmeyeceği zaman yakındır!” buyurdular. Yine :
“Bu nereden gelmeyecek ” diye soruldu.
“Rum cihetinden!” buyurdular. Sonra ( Hz. Cabir) bir müddet sustu ( ve
ilave etti : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) dedi ki :
“Ümmetimin sonunda bir halife gelecek; malı sayı ile değil, avuç avuç dağıtacak!]” [Müslim, Fiten 67, ( 2913).][108]
AÇIKLAMA :
1- Hadis, ehl-i zimmenin yani İslam memleketinde yaşayan gayr-ı müslim
vatandaşların cizye ( vergi) vermekten imtina edeceklerini ifade eder.
Bu, iki sebebe dayanır :
* Gayr-ı müslimlerin Müslüman olmaları : “Bu durumda cizye vermezler, zekat verirler.”
* Onlar gayr-ı müslim kaldıkları halde, devletin zayıflaması sebebiyle
vergi alamaz veya o diyarlar şu veya bu şekilde İslam hakimiyetinden
dışarıda kalır.
Hadis bu ihtimallerin hangisi olacağını tasrih etmiyor.
2- Hadisin Müslim´deki aslı daha uzundur. Teysir´in hazfettiği kısmın tercümesini köşeli parantez içerisinde kaydettik.
3- Hadiste geçen kafiz ve müdy kelimelerini ölçek olarak ifade ettik;
miktarları üzerinde durmadık. Zîra, hadiste bir miktar tesbiti
mevzubahis değil. Kafiz Irak´ta kullanılan, müdy de Suriye´de kullanılan
bir hacim ölçeğidir.[109]
ـ4791 ـ19ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # :
يَكُونُ في آخِرِ أُمَّتِى خَلِيفَةٌ يَحْثِي الْمَالَ حَثْياً َ يَعُدُّهُ
عَدّاً. قيلَ ‘بِى نَضْرَةَ وَأبِى الْعََءِ : أتَرَيَانِ أنَّهُ عُمَرُ
بْنُ عَبْدِ الْعَزِيزِ؟ قَاَ : َ[. أخرجه مسلم .
19. ( 4791)- Yine Hz. Cabir ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Ümmetimin sonunda bir halife gelecek, malı sayarak değil, avuçlayarak dağıtacak.”
Hadisi ( Hz. Cabir´den rivayet eden) Ebu Nadre ve Ebu´l A´la´ya :
“Bunun Ömer İbnu Abdilaziz olmasına ne dersiniz ” diye sorulmuştu. Onlar :
“Hayır, ( değildir)!” dediler. [Müslim Fiten 67, ( 2913).][110]
AÇIKLAMA :
Ömer İbnu Abdilaziz´in hayatından bahsederken belirttiğimiz üzere, onun
devlet idaresine getirdiği adalet, tatbik ettiği sıkı iktisad, israfla
mücadele ve sünnetin tam tatbiki gibi müsbet icraatları sonunda her
sahada fevkalade düzelmeler olmuş, kısa zamanda iktisadî hayat değişmiş;
Mısır gibi birkısım beldelerde zekat verilecek adam bulunamayacak kadar
bolluk müşahede edilmiştir. Bu sebeple bazı hadislerde, ahirzamanda
çıkacağı haber verilen Mehdî, Müceddid gibi müsbet şahsiyetin Ömer İbnu
Abdilaziz olduğu, daha onun sağlığında ulema tarafından söylenmiş, halk
tarafından tasvip görmüştür. Mudakkik âlimlerimizden Suyutî merhum,
kendi zamanına kadar, İslam âleminin her sınıf insanında görülen
mehdileri zikrederken ikinci hicrî asrın mehdisi olarak Ömer İbnu
Abdilaziz´i kaydeder.
Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, Hz. Cabir´in rivayetinde “malı
sayarak değil, avuç avuç verecek olan” ahirzaman halifesinin Ömer İbnu
Abdilaziz olduğu hususunda bir kanaatin ortaya çıktığını
göstermektedir.[111]
ـ4792 ـ20ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
# : مُنِعَتِ الْعِرَاقُ قَفِيزَهَا وَدِرْهَمَهَا، وَمُنِعَتِ الشَّامُ
مُدْيَهَا وَدِينَارَها، وَمُنِعَتْ مِصْرُ أرْدَبَّهَا وَدِينَارَهَا،
وَعُدْتُمْ مِنْ حَيْثُ بَدَأتُمْ، ثََثَ مَرَّاتٍ، شَهِدَ عَلى ذلِكَ
لَحْمُ أبى هريرةَ وَدَمُهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود.و»ا‘ردَبُّ« مكيال ‘هل
مصر : يسع أربعة وعشرين مناً، وأربعة وعشرين صاعاً على أن الصاع خمسة
أرطال وثلث.وفي هذا الحديث إخبار من النبي # بما لم يكن وهو في علم اللّه
كائن فخرج لفظه على لفظ الماضى تحقيقاً لوقوعه وحدوثه، وفي إعمه به قبل
وقوعه دليل من دئل النبوة، وفيه دليل على ما وظفه عمر بن الخطاب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه على الكفرة من النصارى من الجزية ومقدارها.وقوله »مُنِعَتْ«
له معنيان : أحدهما أنهم سيسلمون ويسقط عنهم ما وظف عليهم بإسمهم،
والثاني أنهم يرجعون عن الطاعة فيمنعون ما في أيديهم .
20. ( 4792)- Hz. Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) :
“Irak´a ölçeği ve dirhemi verilmeyecek. Şam´a da ölçeği ve dinarı
verilmeyecek. Mısır´a da ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Başladığınız
yere döneceksiniz” buyurdu ve üç kere tekrar etti. Buna Ebu Hüreyre´nin
eti ve kanı şahit oldu.” [Müslim, Fiten 33, ( 2896); Ebu Davud, Harac
29, ( 3035).][112]
AÇIKLAMA :
1- Son üç hadiste Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), üç beldede cari olan ölçü ve para birimlerini zikretmektedir :
* Kafiz : Irak bölgesinde kullanılan ölçeğin adıdır. Sekiz mekkuk
miktarındadır. İbnu´l-Esir, en-Nihaye´de Mekkuk´un müdd mânasında
kullanıldığını, miktarı hakkında ihtilaf edildiğini belirtir.
* Müdy : Şam, yani Suriye bölgesinde kullanılan ölçeğin adıdır.
Hacminin 45 rıtl tuttuğu belirtilir.* İrdebb : Bu da Mısır´da
kullanılan ölçeğin adıdır. Bir sa´ rıtl olma hesabıyla yirmi dört sa´
miktarında bir hacme sahiptir.
* Rıtl : Bazı hesaplaşmalara göre 2564 gram bir ağırlığa tekabül etmektedir.
* Dirhem : Gümüş paranın adıdır.
* Dinar : Altın paranın adıdır.
2- İbnu´l-Esir, el-Camiu´l,Usul´da hadisle ilgili olarak şu açıklamayı sunar : “Hadisin iki mânası var :
1) Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) burada, onların ( Irak, Şam,
Mısır ahalisinin) Müslüman olacaklarını haber vermiş olmaktadır. Böylece
onlar üzerindeki borçlar Müslüman olmalarıyla düşecektir.
Müslümanlıkları, üzerlerindeki borçları ödemelerine mani olacaktır. Buna
hadiste geçen : “Başladığınız yere döneceksiniz” ibaresiyle istidlal
edilmiştir. Çünkü, onların bidayeti Allah´ın ilminde, kazasında ve
kaderinde : “Onlar Müslüman olacaklar” şeklindedir. Böylece başlamış
oldukları yere dönmüş oldular.
2) İkinci mâna şudur : “Onlar taatten yüz çevirecekler.” Bu mânayı
Buharî´nin Sahih´inde tahric ettiği şu hadis te´yid eder : “Siz,
dirhem ve dinar toplayamadığınız zaman ne yapacaksınız ” demişti.
Kendisine : Bunun olacağını nereden biliyorsun denildi.
“Evet, nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun, bunu
sadık ve masduk ( doğru söyleyen ve söylediğinde İlahî tasdike mazhar
olan) zatın sözünden naklediyorum!” dedi. Kendisine yine soruldu : “Bu
niye olacak “
“Allah´ın haramı, Resulü´nün zimmeti ( garantisi) ihlal edilir. Allah
da ehl-i zimmenin kalbine katılık verir. Onlar da ellerindekini
vermezler.”
Sadedinde olduğumuz hadisle ilgili olarak, İbnu Deybe de şunu kaydeder :
“Bu hadiste henüz vukua gelmemiş, fakat ilm-i İlahî´de mevcut olan
şeyin ihbarı var. Resulullah, istikbalde olacak vak´ayı, olmuş bir
hadiseyi haber verme üslubuyla ( mazi fiiliyle) beyan etmektedir. Bu
üsluba, hadisenin kesin şekilde vukuunu ifade etmek için başvurulur.
Hadisenin vukuundan önce bildirilmesinde Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ın peygamberliğinin delili mevcuttur. Keza bu hadiste, Hz.
Ömer´in Hıristiyan kâfirlerine cizye borcu yüklediği ve miktar tayin
ettiği hususunda da delil mevcuttur.”[113]
ـ4793 ـ21ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #
: إنَّ عَرْشَ إبْلِيسَ عَلى الْبَحْرِ، فَيَبْعَثُ سَرَايَاهُ
فَيَفْتِنُونَ النَّاسَ، وَأعْظَمُهُمْ عِنْدَهُ مِنْزِلَةً أعْظَمُهُمْ
فِتْنَةً، يَجِئُ أحَدُهُمْ فَيَقُولُ فَعَلْتُ كذَا وكذَا. فَيَقُول :
مَا صَنَعْتَ شَيْئاً. ثُمَّ يَجِئُ أخَرُ. فَيَقُولُ : مَا تَرَكْتُهُ
حَتّى فَرَّقْتُ بَيْنَهُ وَبَيْنَ امْرَأتِهِ فَيُدْنِيهِ مِنْهُ
وَيَلْتَزِمُهُ. فَيَقُولُ : نَعَمْ أنْتَ[. أخرجه مسلم .
21. ( 4793)- Hz. Câbir ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki : “İblis´in arşı deniz
üzerindedir. Oradan askerlerini gönderip insanları fitneye atar.
Bunlardan, yanında mertebece en yüksek olanı en büyük fitneyi
çıkarandır. Askerlerinden biri gelip : “Şunu şunu yaptım!” der. İblis
: “Hiçbir şey yapmamışsın!” der. Sonra bir diğeri gelip : “Ben
falanı( n peşini) hanımıyla arasını açıncaya kadar bırakmadım!” der.”
[Müslim, Münafikûn 66-67, ( 2813).][114]
ـ4794 ـ22ـ وعن أبى الْبخترى. قال حَدَّثنِى من سمع النبي # قال : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : لَنْ يَهْلِكَ النَّاسُ حَتّى يَعْذُروُا، أوْ
يُعْذِرُوا مِنْ أنْفُسِهِمْ[. أخرخه أبو داود.ومعنى »يَعْذِرُوا« أى
يهلكهم اللّه حتى تكثر ذُنُوبَهُمْ وعيوبهم فتقوم الحجة عليهم ويتضح لهم
عذر من يعاقبهم .
22. ( 4794)- Ebu´l-Bahterî anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ı dinleyen bir zatın bana anlattığına göre Resulullah demiştir
ki :
“İnsanlar, günahları çoğalmadıkça helak olmayacaklardır.” [Ebu Dâvud, Melahim 17, ( 4347).][115]
AÇIKLAMA :
1- Hadiste, sahabi müphem kalmış ise de, İbnu Cerîr et-Taberî´nin
tefsirinde Abdullah İbnu Mes´ud olduğu belirtilmiştir. Hadisin bu ikinci
veçhinde, Abdullah bu hadisi Resûlullah´tan nakledince, “Bu nasıl olur ”
diye sorulmuş, o da şu ayeti okumuştur : ( Meâlen : ) “Kendilerine
azabımız geldiği zaman çağırışları “Biz hakikaten zalimlerdendik”
demelerinden başka ( birşey) olmadı” ( A´raf 7).
2- Hadiste, özür fiilinin iki farklı kullanışı sebebiyle ravinin
tereddüdüne yer verilmiştir. Ancak mânaya farklılık tesir
etmemektedir.[116]
ـ4795 ـ23ـ وعن سلمة بن ا‘كوع رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : مَنْ سَلَّ عَلَيْنَا السَّيْفَ فَلَيْسَ مِنَّا[. أخرجه مسلم
.
23. ( 4795)- Seleme İbnu´l-Ekva radıyallahu anh anlatıyor :
“Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki : “Kim bize kılıç
kaldırırsa bizden değildir.” [Müslim, İman 162, ( 99).][117]
ـ4796 ـ24ـ وعن أبى مُوسى وابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهم قا : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : مَنْ حَمَلَ عَلَيْنَا السَِّحَ فَلَيْسَ مِنَّا[.
أخرجه الشيخان والترمذي. وأخرجه النسائي عن ابن عمر فقط.قوله : »فليسَ
منا« أى إذا حمله على المسلم لكونه مسلماً فليس بمسلم. فأما إذا حمله لغير
ذلك فمعناه ليس مثلنا وليس متخلقاً بأخقنا وأفعالنا .
24. ( 4796)- Ebu Mûsa ve İbnu Ömer radıyallahu anhüm anlatıyor : “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Kim bize karşı silah taşırsa bizden değildir.” [Buharî, Fiten7; Müslim, İman 163, ( 100); Tirmizî, Hudûd 26, ( 1459).][118]
ـ4797 ـ25ـ وعن عبْدِاللّهِ بنِ الزبير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال :
]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # : مَنْ شَهَرَ سَيْفَهُ ثُمَّ وَضَعَهُ فَدَمُهُ
هَدَرٌ[. أخرجه النسائي.»الهَدَرُ« الذي يطلب بثأره.
25. ( 4797)- Abdullah İbnu´z-Zübeyr ( radıyallahu anhüma) anlatıyor :
“Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Kim kılıcını çeker sonra koyarsa kanı hederdir.” [Nesâî, Tahrîm 26, ( 7, 117).][119]
AÇIKLAMA :
1- Son üç hadis birbirine yakın hükümler taşımaktadır : Bir mü´minin,
bir başka mü´mine silah çekmesi haramdır. Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm) bu yasağı farklı üsluplarla ifade buyurmuşlardır. Zira silah
çekmek, silah taşımak, silah kaldırmak gibi tabirler umumiyetle
vuruşmayı, mukateleyi ifade ederler.
2- “Bizden değil” ifadesi iki suretle açıklanmıştır :
1) Silahı, Müslüman kişiye” “Müslüman olduğu için kaldıran” Müslüman
değildir. Burada Müslümana silah çekmeyi helâl addetme vardır. Haramı
helal addetmek küfürdür. Bu mânada silah çeken tekfir olunur. Sırf silah
çekmesi sebebiyle tekfir olunmaz.
2) Bizim yolumuzda değil, bizim sünnetimiz üzere değil; çünkü bizim
sünnetimizde Müslümanın Müslümana silah çekmesi yoktur, helal değildir.
Müslümanın Müslümandan yardım görme hakkı vardır. Müslüman kişi,
Müslüman kardeşi yolunda mukâtele etmekle mükelleftir, onu öldürmek veya
onunla kavga yapmak için silah çekerek korkutma hakkına sahip değildir.
Selef uleması, bu çeşit haberlerin te´vilsiz olarak, ıtlakı üzere beyan
edilmesini, zecrin daha beliğ, daha müessir olması için gerekli görür.
Süfyân İbnu Uyeyne, bu çeşit hadisleri, zahirinden başka mânaya tev´il
etmeye karşı çıkarak : “Onun mânası bizim yaptığımız gibi değil”
derdi. Ona göre, zikredilen vaide, ehl-i haktan baği ( eşkiya) olanlara
karşı silah çekenlerin girmez. Bağilere ve haksız kavgayı başlatanlara
silahla karşı koymak caizdir.[120]
FİTNENİN VASIFLARI :
Buraya kadar kaydettiğimiz hadislerde, muhtelif fitnelerin vasıfları
dağınık olarak zikredilmiştir. Ancak, bunların birkısım açıklamalarla
birlikte sistemli olarak topluca zikrinde fayda umuyoruz.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), kendisinden sonra ortaya
çıkacak fitneleri haber verirken bunların ana vasıflarını belirtmiştir.
Daha önce de söylediğimiz gibi, fitne, fesat, anarşi gibi beşerî
münasebetlerde ortaya çıkan bozulmalar, içtimâî hayatta gelişmiş olan
birtakım kötü şartların tabî bir sonucudur, içtimâî bir marazdır.
Öyle ise bu şartlar cemiyette gelişip hakim duruma geçince bunların
ferdî davranışlarda tahrîk edeceği menfî tezahürleri önceden tahmin
edilebilir neler olacağı söylenebilir. Bu sebeple fıtrat kanunlarına,
insanların tâbi olduğu beşerî ve içtimâî kanunlara marifet ve vukuf
kesbeden kimseler, bunları önceden söyleyebilirler. İnsanlar şöyle
yaparlarsa arkadan şu durumlar ortaya çıkar, böyle yaparlarsa bu durum
ortaya çıkar diyebilirler. Kur´ân ve hadiste bunun pek çok örnekleri
vardır. Kur´ân-ı Kerim´de “sünnetullahın tebdil edilip
değiştirilemeyeceğini” ( Ahzâb 62, Fâtır 43, Feth 23) belirten ayetler
bunu ifade ederler. Cemiyetlerin ve insanlığın geleceğine dair isabetli
tahminler yapan hakîm ve feylesofların varlığı bu söylediklerimizin
doğruluğuna yeterli bir şahittir.
İşte, vahye mazhar olan Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), insan
fıtratını bizzat yaratmış, belli kanunlara bağlamış olan Cenab-ı Hakk´ın
irşad ve ilhamıyla bunları beyan etmiştir. Vefatından günümüze kadar
geçen 1400 yıllık zaman içerisinde cereyan eden hadiseler onun hiçbir
sözünü tekzib etmemiştir.
Sözü daha fazla uzatmadan Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´ in,
kendisinden sonra çıkacak fitnelerin sıfatlarıyla alâkalı ihbaratına
geçebiliriz. Ancak, şu hususu bir kere daha belirtelim ki,
kaydedeceğimiz evsafın hepsini, her fitnede tam olarak aramak gerekmez.
Zîra, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde “elfitne”
değil “el-Fiten” yani sadece bir fitne değil, fitneler mevzubahistir.
Öyle ise bu sıfatlardan bazan biri, bazan birkaçı, bazan da hepsi
görülebilir.[121]
1- Fitne Yavaş Gelişir
Yer yer temas ettiğimiz üzere, fitne içtimâî bir hadisedir. Hiçbir
içtimâî hâdise fevrî ve ani bir şekilde zuhur etmez. Belli bir gelişme
devresinden geçtikten, belli bir vetireyi takip ettikten sonra ortaya
çıkar. Tıpkı bir bitki gibi, onun da bir tohumu vardır. Bu tohumun
gelişip meyve vermesi için toprak, su, ısı, ışık gibi çevre şartlarına
ihtiyaç vardır. İşte itikadî, ahlakî, iktisâdî, her çeşit beşerî ve
içtimâî bozukluklarla beslenip gelişen fitne de kemaline erdiği zaman
basit bir sebeple ortaya çıkar. Onun bu zuhuru, yevmî birkısım amillere
bağlanabilir. Bu amiller fitneye sebep olmakla suçlanıp mücrim ilan
edilebilir. Halbuki, aslında “bu mücrim amil” bardağı taşıran son damla
rolü oynamıştır. Fitne ile “o mücrim amil” arasındaki münasebeti, belli
bir ölçüde mukarenet veya beraberlik tabirleriyle ifade edebiliriz. Ama
sebep ve illet olarak ileri süremeyiz. Bunu söylemek ya -günümüz siyasî
hayatında yapıldığı gibi- tecahül veya mualata ( demagoji) veya
gerçekten içtimâî hadisata yön veren temel prensibi bilmemekten ileri
gelir. Eğer yıllarca, çeşitli hocaların hizmetiyle, feyziyle kendini
yetiştirip mühendis olan bir kimsenin bu payeyi elde etmesindeki bütün
şeref ve minnetin, mezuniyet töreninde kendisine mühendislik diplomasını
veren en son şahsa ait kabul edilmesi makul bir davranış mıdır diye
sorsak, herkesin “hayır” diyeceği şüphesizdir. İşte, o mücrim amilin
içtimâî kargaşadaki rolü, bu kimseye diplomayı veren son merciin rolü
gibidir.
4767 numarada kaydettiğimiz hadis bu söylediğimizi te´yid eder.
Mevzubahs olan rivayete göre, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm),
fitnenin gelişmesini şöyle açıklar : “Fitne insanların kalbine (
birden atılmaz). Hasır misali çöp çöp konur, örülür. Hangi kalbe bundan
içirilse ( yani ferdin istek ve iradesi ile tam bir şekilde girerse,
bulaşırsa,) onda siyah bir nokta hasıl olur. Hangi kalp de bunu
reddederse onda beyaz bir leke hasıl olur.
“Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), fitnenin amillerinden olan
“emanetin kalkışı” ile alâkalı bir açıklamasında, kalpteki bu tedricî
değişmeyi daha vazıh bir üslubla tekrar ele alır ve bazı temsillerle
zihinlere yerleştirmeye çalışır. Huzeyfe´nin naklettiği bu rivayet
Buharî ve Müslim´in ittifak ettiği hadislerdendir. Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm) buyurur ki : “Emanet ( din duygusu, adalet,
emniyet) insanların kalplerinin derinliklerine iner ( fıtrî olarak
onlarda vardır). Sonra Kur´an ve sünnetten aldıkları bilgilerle bunu
beslerler, kuvvetlendirirler. Emanetin kaldırılmasına gelince, ( bu da
yavaş yavaş olur, şöyle ki : ) Kişi uyur ( fesada bulaşma nispetinde
emanet( ten bir miktarı) kalbinden alınır. Öyle ki, emanetin yeri,
rengi uçmuş bir yanık izi gibi küçük bir lekeye döner. Kişi bir kere
daha uyur, ( cemaatten geri kalan da) alınır. Bu sefer geride, senin
ayağının üzerinden yuvarlanan kor taneciğinin hasıl ettiği kabarcık gibi
bir iz kalır. Bu kabarcık nasıl ki boştur, sana te´sir etmeden söner
gider, ( aynen öyle de emanetten kalan iz de yaşayışa hiç bir tesir
icra etmez). Böylece insanlar alışveriş ( ve günlük yaşayışlarına)
gitmek üzere müşkil bir günün) sabahına erişirler. Hemen hemen hiç kimse
emaneti eda etmez ( dinin istediği şekilde yaşamaz). Zamanla iyiler o
kadar azalır ki) parmakla gösterilmeye başlanır ve “Falanca yerde emin
bir adam varmış” denir. Bir kimse lehinde “Ne akıllı, ne nezaketli, ne
civanmert kişi” diye medh ü sena edilir de o adamın kalbinde hardal
tanesi kadar iman bulunmaz.”
Aynî, bu hadisi izah ederken hadiste, emanetin önce bir zümreden (
kavm), sonra bir başka zümreden, azar azar, kısım kısım, bir zamandan
öbür zamana -dindeki fesat derecesine göre- alınacağının ifade
edildiğini dile getirir ve açıklamasını şu şekilde noktalar :
“Emanetin azar azar gitmesiyle kalp ondan tamamen boşalır. Emanetten bir
parça gidince, nurunu da alır götürür, onun yerini yanık izi gibi
zulmetten ( karanlıktan) bir benek alır. Bundan bir parça daha gidince,
oradaki karanlık ( büyüyerek) yanık kabarcığı gibi olur. Bu hemencecik
kaybolmayan, kısmen sabitleşen bir izdir. Hadiste, kalpte yerleşen
nurun bilahere birbiri ardınca kısım kısım çıkarak kaybolup gitmesi,
ayak üzerine yuvarlanan kor parçasına benzetilir. Kor gider, fakat
yerinde yanık kabarcığı bırakır.”[122]
2- Fitne Bir Kere Çıktı Mı Sonu Gelmez
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in, fitneye karşı fazlaca
uyarıda bulunmasının sebeplerinden biri de herhalde onun ortadan
kalkmayan bir vasfa sahip olmasıdır. Hadislerin beyanından anlaşıldığına
göre, herhangi bir yerde, herhangi bir sebeple ne çeşitten olursa olsun
bir fitne çıktı mı artık onun açtığı yara bir daha kapanmayacaktır.
Fitne, yatışsa, heyecanını yitirse ve sönse bile içtimâî bünyede açılan
yaranın izi silinmemekte, kalpler eski berraklık ve sâfiyetine bir daha
kavuşamamaktadır. Resulullah, bunu bir hadislerinde : “Ümmetim arasına
kılıç girdi mi, artık kıyamete kadar bir daha kaldırılmaz” diye ifade
eder. Fitne ile hasıl olacak fenalığın -küllenmesine rağmen sönmeyen bir
kor gibi- sulh ve sükunete rağmen devam edeceğini Huzeyfe
tu´bnu´l-Yemân´ın bir rivayetinde açık olarak görmekteyiz. Daha önce tam
olarak kaydettiğimiz bu rivayette, Huzeyfe, bu şerden sonra tekrar
hayır mı diye sorunca Hz. Peygamber, mevzumuzu alâkadar eden şu ilgi
çekici cevabı verir : “Evet gelecek. Ancak bu hayır bulanık olacak.”
Rivayetin Ebu Dâvud´daki bir veçhinde : “Bu yerden sonra bulanık bir
sulh ( hüdne) var” denilir. Hadisin bütün vecihlerinde yer eden
“bulanık” kelimesiyle tercüme ettiğimiz kelimenin aslı “dahan”dır.
Şârihler, aslen küdûred, yani bulanıklık mânasına gelen bu tabirin
açıklanmasına ayrı bir yer verirler. Aliyyu´l-Kâri, şerden sonra gelecek
hayrın, diğer bir ifade ile fitneden sonra teessüs edecek sulh ve
sükûnun hile, nifak ve hiyanet içerisinde devam edeceğini ifade eder ve
devamla : “Şu mâna dahi muhtemeldir; fitneden sonra insanların, emîr
olarak başa geçirilen kimsenin etrafında toplanmaları kerhendir, gönül
rızasıyla değildir, isteyerek değildir” der.
Zemahşerî, el-Fâik´da Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in zahirî
salâh altında bâtınî fesadın devam edeceğini ifade etmek maksadıyla
böyle bir misal verdiğini söyler.
İbnu Hacer, dahan kelimesine kin ( hıkd), kusur, kalpdeki fesad
mânalarının verildiğini ve her üç mânanın da birbirine yakın olduğunu
belirttikten sonra şunu söyler : “Hadis, şerden sonra gelen hayrın
halis bir hayır olmayacağına, bilakis nakıs ve bulanık bir hayır
olacağına işaret etmektedir.” İbnu Hacer açıklamalarına devamla, Ebu
Ubeyd´in şöyle dediğini kaydeder : “Bu hadisteki muradı bir başka
hadis açıklamaktadır : Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in bir
diğer sözü şudur : “İnsanların kalpleri bir daha eski halleri üzerine
rücû etmez.”
İbnu Hacer, bu açıklamalardan sonra : “Sanki mâna, “insanların kalbi artık birbirine karşı halisâne olamaz” gibidir” der.
Nevevî´nin açıklamaları da İbnu Hacer´den kaydettiklerimize benzer.[123]
3- Giren Çıkamaz
Birkısım hadisler, mü´mini fitneye karşı uyarma vazifesini yapmak için,
onun ölümü aratacak kadar kötülüğünü ortaya koyarken, bir de, bir
girenin bir daha çıkamayacağı yönünün bulunduğunu belirtmektedir. Bu
artık o fitnenin iradeleri yenen menhûs zevkinden midir, yoksa fitne
teşkilatının ( zîra az ilerde bir teşkilat olma durumuna temas
edilecektir) baskısı sebebiyle midir, daha başka sebeplerden midir, bu
nokta belirtilmiyor. Ama netice şudur : Fitneye giren çıkamıyor. Ebu
Hüreyre haber vermektedir : “Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdu ki : “Sağır, dilsiz, kör bir fitne olacak. Kim ona yaklaşırsa,
o da bunu kendine çekecek…” Şarihler, bu hadisten fitneye girenlerin
hakla bâtılı ayırmaktan uzak kalacaklarını, kendilerine yapılan
nasihata, emr-i bi´lma´rûf ile nehy-i ani´lmünkere kulak
vermeyeceklerini, hakkı söyleyenlerin bela ve cefalara mâruz kalacağını,
fitneye bir parça meyledenleri kendisine şiddetle çekeceğini vs.
anlamaktadırlar. [124]
4- Fitne , Fikrî Gruplaşmadır
Bazı hadislerden Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in ümmetin
dikkatini çekmeye çalıştığı büyük fitnelerin dine zıt olan fikrî
cereyanlar sebebiyle ortaya çıkacağı anlaşılmaktadır. Burada “dine zıt”
kaydını bilhassa tebarüz ettirmek isteriz. Zîra, gayesi Allah´ın
rızasını tahsil, hedefi dine hizmet, sünneti ihya olan ve
davranışlarında, düşüncelerinde Kur´an ve sünnetin düsturlarından
ayrılmayan bir kısım dinî gruplaşmalar her devirde olagelmiştir ve
olacaktır da. Hak mezhepler, hak tarikatlar bu söylediğimize misaldir.
Birbirlerine hasmane tavır almadıkları, hayırda yarışma vasfını
kaybetmedikleri müddetçe bu çeşit gruplaşmaların Kur´an ve sünnetin
ruhuna aykırı olmayıp, bilakis muvafık düştüğünü belirterek mevzumuzla
alâkalı hadisi kaydediyoruz :
Hz. Peygamber şöyle buyurur : “Fitne insanların kalbine hasır misali
çöp çöp konur. Hangi kalbte, bundan içirilirse onda siyah bir nokta
hasıl olur, hangi kalp de bunu reddederse onda da beyaz bir leke hasıl
olur. Böylece ( cemiyetin fertleri) iki gruba ayrılır. Bir grubun kalbi
düz ( ve parlak) bir taş gibi beyazdır. Bunlara arz ve semavat baki
kaldıkça fitne zarar vermez. Diğer grubun kalbi siyahtır, bulanıktır,
tıpkı ( ateşte) kararmış tencere gibidir. Ne iyiyi iyi, ne kötüyü kötü
kabul eder ( cemiyetin hiçbir mânevî değerlerini tanımaz). Hevayı
nefsinden kendisine ne telkin edilirse onu bilir…”
Burada, belli bir fikir sistemi, belli bir görüşe şartlanan insanların
tasvir edildiği pek açıktır. Zîra batıl gruplaşmalara dahil olan
kimseler için, kendi sistemlerinin, kendi teşkilatlarının iyi dediği
dışında iyi, kötü dediği dışında kötü mevcut değildir. Veya bunun
dışında bir değer kabul etme hürriyetine sahip değildirler. Hadisteki
“hevayı nefsinden ne telkin edilirse” cümlesini, “teşkilattan ne telkin
edilirse” şeklinde anlamamıza hiçbir mani yoktur. Çünkü, İlahî ölçülerle
değerlendirilmeyen ve ona zıt düşen her şey “heva”dır, bu kimden
gelirse gelsin farketmez. Hatta Kur´an-ı Kerim´de böylelerinin “hevasını
ilahlaştırmakla” itham edildiğini görürüz[125].[126]
5- Yalan Artar
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), zina, hırsızlık, içki gibi
fenalığı herkesçe müsellem olan içtimâî afetlerden de beter ilan edip
mü´-min ve Müslümanlık vasfı ile bağdaştıramadığı yalan ( ve iftiranın)
fitne zamanında son derece artacağına dikkat çekiyor. Yüzde doksanı
yalana dayanan günümüz siyasî hayatının hakiki değerlendirmesini
mü´minlerin isabetle yapabilmesi için Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ın bu ikazına da muhtacız. Zîra hemen hemen yalan ve iftira
üzerine oturtulmuş olan günümüz siyasetinin girmediği Müslüman aile
kalmamıştır.
Hz. Peygamberin kıyamet fitnesi zuhur ettiği zaman artacağını haber
verdiği “herc”in ne olduğu sorulunca, İbnu Mes´ud´dan gelen bir
rivayette Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı vermiştir :
“el-Katlu ve´lkizbu” yani “artacak olan herc´ten maksad haksız yere
adam öldürmek ve yalan söylemektir.”[127]
6- Gerçeklerin İstismarı
Fitne hakkındaki bazı hadislerde, fitne hengâmında, fitnecilerin hep
yalan dolanla, batıl sözlerle hareket etmeyip, birkısım gerçeklere de
yer verecekleri, daha doğrusu, birkısım hakikatları suret-i haktan
görünerek kendi batıl davaları lehine istismar edecekleri beyan
edilmektedir.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bu noktayı, ümmeti için en
ziyade korktuğu üç şeyden birini “Kur´an-ı Kerim´i bilen münafık” olarak
ifade ederek tebarüz ettirir. Bu hususu işleyen muhtelif hadislerden
biri şöyledir : “Ben ümmetim için ne mü´minden ne de müşrikten
korkarım. Zîra mü´mini, onun imanı kötülük yapmaktan alıkoyar müşriği de
küfrü durdurur. Fakat bütün korkum, âlim olan münafıktandır. Hoşunuza
gidecek, te´yid edeceğiniz şeyleri söylerler, size zarar verecek işler
yaparlar.” Hz. Peygamberin mükerreren ifade ettikleri endişe, saf
Müslümanların, masum ve iyi niyetli kimselerin, cazip ve parlak sözlerle
münafık, ikiyüzlü, tahripkâr, fitneci kimselerce aldatılmasıdır. Bu
meseleye en canlı misal, Hz. Ali ile Haricîler arasında cereyan eden bir
konuşmadır. Haricîler, halife ve hükümdarın varlığına lüzum olmadığı
hususundaki akidelerine delil olarak, Kur´an´dan iktibas ederek “Lâ
hükme illâ lillah” yani “Hüküm ancak Allah´ındır” cümlesini kendilerine
slogan yapmışlardır. Hz. Ali, bunu işitince şu cevabı verdi : “Bu,
doğru bir sözdür. Ancak bâtıl adına söylenmiştir.”
Sadece Haricîler değil, ta Abdullah İbnu Sebe ile başlayıp Karmatîler,
Rafizîler, İsmailîler vs. günümüze kadar devam eden bütün fitne
hareketleri dinî sloganlarla ortaya çıkmışlardır. Kur´an´ı inkâr değil
istedikleri şekilde te´vil ederek cahilleri aldatmışlardır.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), “Kur´an´ı bilen münafık”
tehlikesine karşı yaptığı uyarı ile, bu canipten gelecek fitnelere
parmak basmış olmaktadır. Dindarlığı laftan ibaret kalıp, amele intikal
etmeyenlerin durumundan az ileride ayrıca söz edeceğiz.[128]
7- Herkes Kendi Görüşünü Beğenir
Hadislerde zikredilen fitne alametlerinden biri de, herkesin kendi
görüşünü benimsemesidir. 4758 numaralı hadiste geçtiği üzere, Hz.
Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) mü´minin cemiyet hâdiselerine
karışmayarak, kendi hanesine çekilmesini gerektiren durumları sayarken,
bilhassa rey sahiplerinin sadece kendi reylerinden ( görüşlerinden)
hoşlanmasını ( yani -ulemanın açıklamasıyla- Kitap, sünnet ve icma
tarikiyle gelen hükümlere bakmaksızın, Sahabe ve Tabiin gibi selef-i
salihine uymayı terkederek, kendi hevasına göre hüküm yürütmesini) de
zikreder.[129]
8- Cehalet Artar
“Oku” emri ve kalemin övülmesiyle başlayan İslam´ın en ziyade ehemmiyet
verdiği şeylerden biri ilimdir. Mü´min için, imandan sonra ilim
gelmelidir. Dini yaşamak, korumak, düşmana galebe çalmak, vs. hep ilimle
mümkündür. Hakiki ilmin olduğu yerde din vardır. İman vardır. Allah
korkusu vardır. Kur´an-ı Kerim : “Kullar arasında Allah´tan en ziyade
korkanların ilim sahipleri” ( Fatır 28 ) olduğunu bildirir. İçki,
kumar, ihtikar, zina, yalan, sefalet, fakirlerin ezilmesi gibi bütün
içtimâî bozuklukların temelinde Allah korkusunun yokluğunun yatmakta
olduğunu kim inkâr edebilir Ayet, Allah korkusunu ilme bağladığına göre,
düzensizliğin olduğu yerde ilmin kalkmış, cehaletin artmış olması
gerekir. Nitekim, muhtelif hadislerde bu husus, herhangi bir tekellüf ve
dolaylı ifadeye ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık olarak beyan edilir :
“Kıyametten önce gelecek fitne devrinde ilim gider, cehalet
gelir…”[130]
9- Şaşkınlık
4767 numarada kaydettiğimiz Huzeyfe hadisinden çıkaracağımız bir diğer
hüküm, fitne zamanında insanların hakkı batıldan ayırma hususunda
geçirecekleri şaşkınlıktır. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından fitnenin kör ve sağır olarak tavsifi, alimlerin, birkısım
fitne esnasında insanların şaşkınlık içerisinde kalarak sağduyuları ile
hareket edemeyecekleri yorumuna varmalarına sebep olmuştur. Hatta
Huzeyfe´ den Üsdü´l-Gâbe´de gelen bir başka rivayette, Huzeyfe´nin
sözkonusu durumu “fitnenin en dehşetlisi” olarak tavsif ettiğini görürüz
: “Bir adam Huzeyfe´ye “hangi fitne daha fenadır ” diye sorunca şu
cevabı verdi : “Sen hayır ve şer her ikisine birlikte maruz kaldığın
zaman hangisini tercih edeceğini bilememendir.”
Aslında insanlar mükerremdir, fıtratı icabı hakkı, doğruyu arar. Üstelik
Müslümanların ferasetleriyle, imanın verdiği sağduyu ve sezgi hakkı ile
temyizde zorluk çekmeyecekleri Hz. Peygamber tarafından müjdelenmiştir
: “Mü´minlerin ferasetinden kaçının. Zîra onlar, Allah´ın nuru ile
görür.” Bu hadisin, bir ayeti ( Hicr 75) tefsir sadedinde irad edildiği
de gözönüne alınınca, insanlardaki sağduyunun ehemmiyeti anlaşılır.
Bütün bunlara rağmen, fitnenin vasıflarından biri olarak hakla batılı
tefrik ettirmeyecek umumî bir şaşkınlığa dikkat çekilmesi, o sırada
yaşanacak şartların ağırlığını vurgulamayı gaye edinmiş olmalıdır.
Söylediğimiz gibi bu şaşkınlık, bu mefluciyata fitnenin, insanın
iradesini elinden alan bir baskı ve korku gücüne sahip disiplinli bir
teşkilat eliyle yürütülmesinden midir, yoksa büyük güce sahip propaganda
merkezlerinin efkâr-ı umumiyeyi iğfal etmesinden midir kesin bir şey
söylenemez. Zamandan zamana mekandan mekana bunlardan biri veya bir
başkası veya hepsinin birden rol oynayabileceği açıktır.[131]
10- Din-Sultan Ayrılığı :
İslam dini, dünya işleriyle ahiret işlerini birbirinden ayrı mütalaa
etmez. Mü´minin beşerî hayatını ilgilendiren her şey, aynı zamanda dini
de ilgilendirir. Bu sebeple şu ameller dinî, şu ameller gayr-ı dinî
denemez. Fıkıh kitapları mü´minin amellerini dinî ameller dünyevî
ameller diye ayırmaz; ibadat, muamelat vs. şeklinde ayırır ve muamelât
zımnında zikrettiği ticaret, ziraat, nikah gibi meseleleri de, ibadat
zımnında zikrettiği namaz, oruç gibi meselelerle aynı değerde dinî kabul
eder. Zîra hepsi hususunda İlahî emirler, İlahî ölçüler
gelmiştir.Sözgelimi, sathî bir nazarla, namaz ve oruca nisbetle gayr-ı
dinî olduğu söylenebilecek bir nevi vergi olan zekat ile namazı Kur´an-ı
Kerim, çoğu kere yan yana ve beraber zikreder : “Namaz kılın, zekat
verin” der.[132]
Hz. Pegyamber daha da ileri giderek, farzlara riayet eden bir
Müslümanın, haram olmayan her çeşit günlük muamelâtının, uyumak, yemek
yemek ve hatta zevcî muamelede bulunmak nevinden olsun, hepsinin ibadet
olacağını söylemiştir.
Bu dünya-ahiret ayrılmazlığının sonucu olarak İslam´da devlet reisliği
müessesesi aynı zamanda dinî reisliği de temsil eder. Devlet reislerinin
dinin tatbikatına müteallik vazife ve mesuliyetlerden kendilerini uzak
tutmaları din açısından bir fitne olarak değerlendirilmiştir. Nitekim
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bir hadiste şöyle buyurur :
“İhsan ihsanlık vasfını korudukça kabul edin. Fakat bu, dine karşı
rüşvet mahiyetini alınca reddedin, almayın. ( Maalesef) bunu
terketmeyeceksiniz. Dine karşı rüşveti terketmekten sizi alıkoyan şey
korku ve fakirliktir. Haberiniz olsun, iman çarkı ( ilelebed)
dönecektir. Bu çark her nerede dönüyorsa Allah´ın kitabına uygun olarak
dönderin. Haberiniz olsun sultan ve kitap birbirinden ayrılacaktır.
Sakın sakın siz Kitap´tan ayrılmayın. Haberiniz olsun başınıza öyleleri
reis ( emîr) olarak geçecek ki, ( kendileri için hükmettiklerini sizin
için hükmetmeyecekler), onlara itaat etseniz sizi dalalet ve sapıklığa
atarlar, itaat etmeyip isyan etseniz, sizi öldürürler.” Cemaatten
bazıları sordu. “Ey Allah´ın Resûlü! Pekâla ne yapalım ” Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm) : “Hz. İsa´nın ümmeti gibi yapın. Onlar,
ateşe atıldılar, testerelerle biçildiler ( fakat dinlerinden
dönmediler). Allah´ın taati uğruna ölmek Allah´a isyan içinde yaşamaktan
daha hayırlıdır.”
Bu ihbarlar, İslam tarihinde, değişik beldelerde, farklı zamanlarda
kerratla vaki olmuştur. Ahirzamanda çıkıp dinden kopacak umerayı (
idarecileri) tanıtma maksadıyla irad buyrulan bir diğer hadiste şöyle
buyurulur : “( Benden sonra) birkısım umera gelecek. Onların batıl
sözlerine itiraz edilemez. Bunlar kendilerini şapır şapır ateşe atarlar.
Dalalet ve ateşe gitmede birbirlerini takip ederler.” Hadisi rivayet
eden Hz.Muaviye ( radıyallahu anh), halkın itiraz etmesi gereken gayr-i
adil bir hükmü, aynı camide aynı cemaate üç cuma üst üste hutbede
tekrar eder. Üçüncü seferinde bir itiraz yükselince, kendisinin o
zümreden olmadığına hükmederek sevinir ve itiraz eden kimseye iltifatta
bulunur.[133]
11- Din Lafta Kalır
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in haber verdiği fitne devri
gelince din bir isim, resim ve şekilden ibaret kalacaktır. Bir kısım
rivayetlerden anlaşılan budur. Dinî emirlerin talim, tatbik ve
icralarının gerçekleşmesi için gerekli olan vazifelerin ihmali ve
hazırlanması icabeden şartların terki halinde lüzumlu olan müeyyide
ortadan kalkınca dinin şekilden ve laftan ibaret kalacağı açıktır ve
tabiî bir sonuçtur.
Nitekim hadisler birkısım fitneleri çıkaranların talim ve terbiye gibi
her çeşit dinî formasyondan mahrum gençlerden oluşacağını haber verir.
Bunlardan, Hz. Ali´nin rivayet ettiği mühim bir tanesinde Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm), şöyle haber verir : “Ahirzamanda öyle bir
zümre zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar. Bunlar
konuştukları zaman mahlukatın en hayırlı sözünden ( yani Kur´an-ı
Kerim´den ve hadis-i şeriften) bahsederler. Kur´an-ı Kerim´in kendi
lehlerine olduğunu zannederler. Halbuki kendilerinin aleyhinedir. Ancak
imanları gırtlaklarından öte geçmez. Okun hedefi delip geçmesi gibi,
dine girip çıkarlar.”
Yani bugünün tabiratına dökecek olursak, hadisin haber verdiği güruh,
sistemli ve köklü bilgilerden mahrum, bir kısım sloganlar ezberletilmiş,
akıldan çok his ve heyecana tabi, düşüncesi kıt gençlerdir. Bunlar
kendilerine telkin edilip ezberletilen sloganlarla heyecana gelip,
tahrik edilirler. Sloganlar ise, en dindar kimselerin bile hoşuna
gidecek güzel sözlerdir. Kur´andan bir ayet, Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´den bir hadistir. Ancak, bu sloganların
yaşayışlarına tesiri yoktur. Şarihlerin belirttiği üzere, bunlar lafta
inandıklarını söylerler, kalpleriyle inanmazlar. Zahiren güzel sözler
söylerler, hakikat-ı halde söylediklerine muhalif hareket ederler.
Şu hadiste ise bunların asıl maksatlarının dünyalık ( mal, mevki,
şöhret, iktidar vs.) olduğu, dini ise, bu maksatla istismar için
ağızlarına aldıkları daha sarih olarak ifade edilmektedir :
“Ahirzamanda bir grup insan türeyecek ki, bunlar dinle dünyayı talep
edecekler. İnsanlara karşı yumuşak ( dindar, dünyayı terketmiş)
görünmek için koyun postuna bürünürler. Dilleri şekerden tatlıdır.
Kalpleri ise, canavarların kalbi gibidir. Allah onlara şöyle der :
“Bana karşı laubalilikte mi bulunuyorsunuz! Şanıma ve azametime kasem
olsun ki, ben onlara, kendilerinden ( çıkaracağım) öyle bir fitne
göndereceğim ki, ( değil fiilen fenalıkları işleyenler) içlerindeki
iyiler bile şaşkına dönecekler ( ne def edebilecekler, ne de ondan
paçalarını kurtarabilecekler).”[134]
12- Dinin Tatbikatı Zorlaşır
Ahirzaman fitnesinin, hadislerde ifade edilen en bariz ve en mühim
vasıflarından biri, dine karşı olmasıdır. Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ın geleceğe ve bilhassa Deccal fitnesine ait ihbarlarda
kullandığı teşbihli üslup ve ifadelerden şöyle bir mâna çıkarmak
mümkündür : Ahirzamanda ortaya çıkacak birkısım beşerî ( hümanist)
görüşler ve değerler, dinin yerini almaya çalışacaktır. Kendisine resmen
din demese bile ortaya atacağı sistemi, kurmaya çalışacağı nizamıyla
akide nokta-i nazarından aynen bir din hüviyetini alacaktır. Öyle bir
din ki, kendi dışında kalanlara hayat hakkı tanımayan, diğer dinlerde
mevcut olan kendini hak başkalarını batıl ilan eden kıskançlık ve
taassuba fazlasıyla sahip yeni bir din. Bu yeni din beşer üstünde mevcut
her çeşit İlâhî sultayı kaldırmak amacıyla inkar-ı uluhiyeti akidesine
temel yapar. Her çeşit dinî değerin yerine beşerî bir put ( heva)
dikmeye çalışır. Temel ma´budu madde ve insan olan ladinî bir dindir.
Nitekim, komünizmin bu mahiyette olduğu birçok müellifce vurgulanmıştır.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bu beşerî, bu ârızî ve
materyalist sistemin, beşerin hevayı nefsini putlaştırıp ilahlaştırmakla
kalmayıp, İlahî dinle, İslamiyet ile de mücadele edip, ortadan
kaldırmaya çalışacağını mü´min ile Müslüman olanları, çeşitli
hakaretlere maruz bırakacağını ifade ediyor ki, bunların geçmiş
zamanlarda ve hatta günümüzde aynen çıktığını söyleyebiliriz. Komünizmin
girdiği yerlerde başta Müslümanlar olmak üzere bütün klasik dinlere
inananların çektikleri cümlenin malumudur.
İşte Hz. Peygamber, dinini tatbik edebilmek için hakim durumdaki düşman
güçlerle mücadele gibi fevkalade, fevkalbeşer şartlara maruz bu “çetin
şartlar devri Müslümanı”nı takviye ve teşvik etmeye tebliğatında hususi
bir yer vermiştir. “İnsanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, o devirde
dini üzerine sabretmek, elinde ateş tutmak gibi zordur. Çünkü o devirde
mü´min ( öyle hakaretlere maruz kalır ki) davarından daha zelil, (
daha haysiyetsiz) bir duruma düşer. Bu hakaret ve baskıya birçok insan
dayanamaz. Zayıf olanlar, fire vererek, beş paralık menfaat için din ve
mukaddesatından rüşvet verme durumuna düşer. Gündüz ve gecelerin akması
öyle devir getirecektir ki, o zaman biri kalkıp alenen : “Bir avuç
menfati için bize din ( ve mukaddesatını) kim satacak ” diye sorar. Bu
soruş boşa değildir de : “Birçokları dinlerini çok az bir dünya malı
karşılığında satar.”
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bu zor şartlar alında dini
tatbikatın diğer zamanlardakine nazaran çok daha değerli olduğunu ifade
eder : “Herc, fitne ve insanların ahvalindeki ihtilat ve karışıklıklar
zamanında ibadet tıpkı bana hicret etmek gibi büyük sevaba vesiledir.”
Bir başka rivayette Hz. Peygamber, fitne devrindeki şartların ağırlığını
ifade için Ashabına şu hitapta bulunur : “Siz öyle bir zamanda
yaşıyorsunuz ki, sizden biri emredilenlerin onda birini terketse helak
olur. Fakat arkadan öyle bir devir gelecek ki, her kim, emredilenlerin
onda birini yapsa kurtuluşa erecek.”
4758 numarada kaydedilen hadiste, zor fitne şartlarında dinî salabetini
muhafaza edebilenlere normal şartlarda yapılan ibadetin sevapça elli
misli vaadedilir : Hz. Peygamber : “Siz kendi nefislerinizi ( ıslah
etmeye) bakın” ayetiyle alâkalı bir soru üzerine Ebu Sa´lebe´ye yaptığı
açıklama sırasında sözlerini şöyle bitirir : “…Zira, önünüzde
“sabır günleri” var. O zaman sabır, elde ateş tutmak gibidir. O vakit,
dini tatbik eden bir kimsenin ( amilin) ücreti, onun gibi çalışan elli
kişinin ücretine denktir…”” “Bu onlardan elli kişinin ücreti mi ” diye
bir kişi sorunca, Hz. Peygamber : “Bizden elli kişinin ücreti” diye
tasrih eder.[135]
13- İrtidat Artar
Dinin ta´lim, tedris ve tatbiki resmî himaye ve müeyyideden mahrum
kalmaktan öte dindarlar baskı ve hakaretlere de maruz kalınca bunun
tabii bir sonucu olarak din hususunda bilgisizlik ve sathîlik ortaya
çıkacaktır. Şüphesiz, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in haber
verdiği bu durumlar tesadüfi, arizî durumlar değildir. Dine karşı
yürütülen bütün bu menfi durumlar, şuurlu, sistemli ve planlıdır. Öyle
ise, dine karşı cehaletle birlikte, dini insanlar nazarında düşürmek
maksadıyla dine karşı aleyhte propaganda da yapılacaktır.
Şu halde gerçek din bilgisinden mahrumiyete, dinle alâkalı kasıtlı
yanlış bilgiler, aleyhte propaganda ve dindarlara baskı ve istihkar da
eklenince insanların dinle olan bağı son derece zayıflayacak demektir. O
kadar ki, bazan ferdî, bazan da kitle halinde irtidatlar, dinden çıkma
vakaları olacaktır. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in fitne
ile alâkalı bir kısım beyanları bu söylediklerimizi tasvir eder. Hz.
Cabir ( radıyallahu anh), Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in :
“İnsanlar bu dine kitleler halinde girdiler ve kitleler halinde de
çıkacaklar” dediğini ağlayarak anlatır. Hz. Aişe´nin Müslim´de gelen bir
rivayetinde de Hz. Peygamber : “Gece ve gündüzün akışı Lat ve Uzza´ya
ibadeti getirecektir” der. Müslim´in diğer bir rivayetinde Devslilerin
“Zülhalasa” adındaki cahiliye putlarını ihya edecekleri belirtilir. Lat,
Uzza, Zülhalasa adlarındaki meşhur cahiliye putlarının Resulullah
devrinde param parça edildiği gözönüne alınırsa, bu hadisle, insanların
elleriyle yapıp diktikleri putlara, perestiş, ibadet mânasını taşıyan
ta´zim ve hürmet göstereceklerinin ifade edildiği anlaşılır. Bu mânayı
teyid eden bir başka hadiste : “Putlar tekrar dikilmedikçe kıyamet
kopmaz. Bunu ilk yapacak olan da Tihâme´den bir kal´a ehlidir” denilir.
Şu rivayet, kıyamete yakın çıkacak bu dinî gerilemeleri cehle bağlar :
“Öyle fitneler olacak ki, o zamanda birkimse, mü´min olarak sabahladığı
halde, kafir olarak akşamlar. Allah´ın ilim ( vermek sureti) ile ihya
edip hayatlandırdıkları müstesna ( onlar imanlarını kolay kolay
kaybetmezler).” Hadiste geçen “Allah´ın ilim ile ihya ettikleri
müstesna” tabiri, bu irtidatların asıl sebebinin cehalet olduğuna dair
yukarıda söylemiş bulunduğumuz hususu te´yid eder.
Keza, şu müteakip rivayette zikredilen : “Dini fiilen tatbik etmede
acele davranın..” kaydı da fitnenin çıkış sebebinin dindeki gevşeklik
olduğu, fiilen, ciddî şekilde tatbik eden fertlere fitnenin zarar
vermeyeceğini ifade etmektedir. “Zifiri gece karanlığı gibi çökecek
fitneler gelmeden dini fiilen tatbik etmede acele davranın. ( Fitne
gelince) kişi mü´min olarak sabahlar da kâfir olarak akşamlar, mü´min
olarak akşamlar da kafir olarak sabahlar. Bir kısmı, çok az bir dünya
menfaati mukabilinde dinini satar.”
Akşamdan sabaha veya sabahtan akşama insanlarda meydana gelen bu süratli
değişmelerin sadece dinî temel nasslarda, akidelerde kalmayıp beşerî
vicdanlarda bulunması gereken her çeşit değerlere sirayet ettiğini
muhtelif rivayetler te´yid eder. Bunlardan birinde : “…Kişi
kardeşinin kanını, ırzını ve malını haram bilerek sabahlar da,
kardeşinin kanını, ırzını ve malını helal addederek akşamlar”
buyrulur.[136]
14- Zenginlik Artar
Bazı hadislerden kıyamete yakın bütün insanlara şamil fevkalade bir
zenginliğin geleceği ifade edilir. Ancak bu zenginlik kıyamet alâmeti
olması sebebiyle bir fitnedir, en azından bir fitnenin sebebidir. Belki
de daha önce zikri geçen “refah fitnesi”dir.
Her halukarda mükerrer hadislerde kıyamete yakın, zekat kabul edecek bir
kimse bulunmayacak derecede umumi bir bolluk mevzubahistir :
“Ahirzamanda ümmetim içerisinde bir halife zuhur edecek. Bu halife malı
öyle dağıtacak ki, hesabını bile tutmayacak.” Buharî´nin bir rivayetinde
malı hesapsızca dağıtacak olan kimse Hz. İsa´dır : “Hz. İsa çıkınca
malı cömertçe dağıtır, ama kimse bunu kabul etmez.”
Bir diğer rivayette de “Sizden birinin sadaka vermek üzere çıkıp, kabul
edecek kimseyi bulamayacağı gün gelmezden önce kıyamet kopmaz” denir.
[137]
15- Cimrilik Artar :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), insanoğlunun madde karşısında
hususi bir zaafı olduğuna fazlaca dikkat çeker. Yaratılışından gelen bir
hırsla, ölünceye kadar bu tamahkârlığın devam edeceğini belirtir :
“İnsanoğlu ne kadar yaşlansa da ondaki iki arzu genç kalır. Yaşamak
arzusu ve madde arzusu.” “İnsana iki vadi dolusu altın verilse bir
üçüncüyü ister, onun iç boşluğunu ancak toprak doyurur.”
Ondaki bu zaaf şer´î ölçülerle disiplin altına alınmaz, terbiyeden
geçirilmezse birkısım içtimâî bozukluklara sebep olur. Bu mal hırsının
marazî tezahürlerinden biri cimriliktir. Cimrilik ve mal düşkünlüğüne,
bazı fertlere has münferid vak´alar olarak her devirde her cemiyette
rastlanır ise de, bunun bir cemiyette umumi ve yaygın bir hal alması
normal değildir. Böyle bir durumun bir cemiyette zuhuru, bir kısım
içtimâî bozuklukların had safhaya ulaştığının delili ve alâmeti
olmalıdır. Hatta Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), cimriliğin
yaygınlaşma halini, emr-i bi´lmarufun fayda yerine zarar vereceği ve bu
sebeple onu da terk etmeyi gerektiren bir mi´yar olarak değerlendirir :
“..İrşad işini bırakmayın. Aksine ma´rufa uyun, münkeri nehyedin.
Ancak, ne zaman mucibiyle amel edilen bir cimrilik peşinden gidilen
hevesat görür, inanların ( mal, mevki gibi menfaatlere aldanarak)
dünyayı ahirete tercih ettiklerine, rey sahiplerinin ( Kur´an, hadis ve
icmayı bir tarafa iterek) kendi rey ve düşüncelerini beğendiklerine
şahit olursan sen o zaman, kendi başının çaresine bak, başkasıyla
uğraşmaktan vazgeç.” 4758 numarada geçen bu hadisten, daha önce temas
ettiğimiz sebeplerden ileri gelen içtimâî bozukluklarla birlikte
cimriliğin de yaygınlaşacağını anlamaktayız.[138]
16- Asiller Öldürülür, Meydan Adilere Kalır
Bir kısım hadisler, fitnede rol oynayacak kimselerin, birinci derecede
gençler olduğunu ifade ederken, diğer bir kısım hadisler dahi asaletli,
emin, dindar kişilerin helak olacağını bunların yerini gayr-ı mûtemed,
hain, çapulcu ve sefih kimselerin alacağını vurgular. Dinsultan
ayrılığı, dinin devlet himayesinin dışında bırakılması, dindarlığın elde
ateş tutmak kadar zorlaşması gibi birbirini tamamlayan ve takip eden
vakaların gelişmesinin tabii bir sonucu olarak cemiyette ortaya çıkacak
olan bu durum, 5036 numarada kaydedeceğimiz bir Tirmizî rivayetinde
şöyle ifade edilir : “Dünyada insanların en bahtiyarlarını ( malca en
zengin, yaşayışça en müreffeh, makamca en üstün, nüfuzca en kavi) en
adi kimseler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz.”
Hadiste mevzubahs edilen adiliğin neseb ve haseb yönünden olduğu,
kullanılan kelimenin nesebi bilinmeyen ahlakî kemâli duyulmayan kimse
mânasını da ifade ettiği şarihlerce belirtilir.
Taberânî´nin bir tahricinde Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurmuştur : “Fuhuş ve cimrilik ortalığı sarmadıkça, emin ve
güvenilir kimseler aşağılanıp, hainlere itimat edilmedikçe, “vuûl”
olanlar helak olup, “tuhût” olanlar zuhur etmedikçe kıyamet kopmaz.”
Dinleyenler sorar : “Ey Allah´ın Resûlü, “vuûl” ve “tuhût” da ne demek
” Cevaben : “Vuûl, insanların ileri gelenleridir, eşrafıdır. Tuhût
ise, insanların en düşük olanlarıdır, ayak altında bulunan ( adı sanı
duyulmamış) bilinmeyen kimselerdir” der. Hadisin bir başka veçhinde
tuhut, adi, düşük ailelerden gelen kimseler olarak açıklanır.
Müslim´de kıyamete yakın vukua gelecek hâdiseleri tasvir eden bir
rivayette, şu açıklamaya da rastlarız : “Geriye insanların şerirleri
kalır. Bunlar ( şerlere ve şehvani hedeflere koşmada) kuşlara, (
birbirlerine zulüm ve düşmanlıkta) vahşi hayvanlara benzerler.”
Hadis kitaplarında “Cibril hadisi” olarak şöhret kazanan meşhur
rivayette, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) kendisine kıyamet
alametlerini soran Cebrail aleyhisselam´a, diğer bazı alametler
meyanında şunu da zikreder : “..Yalın ayak başı kabak ( halktan
gelme, asaletsiz) kimselerin insanlara baş olmaları kıyamet
alâmetlerindendir.”
Daha önce fitnenin çeşitlerinden bahsederken kaydettiğimiz bir hadiste,
refahtan hasıl olan fitneden sonra insanların, ilmi ve fikri nakıs
olduğu için gayr-ı ehil, kararsız bir kimsenin etrafında toplanarak,
sulha kavuşacaklarının beyan edildiğini görmüştük. Bu rivayet de
fitneden sonra ehliyetsizlerin, zorla, hile ile başa geçeceklerini ifade
eder.
Rivayetlerin hepsini zikretmeye gerek yok. Kaydedilenler bize gösteriyor
ki, ahirzamanda çeşitli içtimâî bozuklukların neticesi olarak insanlar
umumiyetle bozulacak ve kendilerine uygun olarak, bozuk kimseler
başlarına geçecektir; “Her bir kabileyi ( milleti) o kabilenin
münafıkları sevk ve idare etmedikçe kıyamet kopmaz.”[139]
17- Fitnede Gençler Rol Oynar
Yukarıda kaydedilen bir hadiste, en azından bir kısım mühim fitnelerde,
tecrübesiz ve kıt düşünceli gençlerin birinci derecede rol oynayacağı,
bunların herkesçe makbul ve müsellem olan güzel sözler, ayet ve hadisten
alınma parlak düsturlarla ortaya çıkacakları, ancak sözleriyle
amellerinin bir ilgisinin olmayacağı belirtilmiştir.
Daha başka hadislerde de, içtimâî ve siyasî hayatta gençlerin birinci
planda yer aldıkları devirlerde fitne ve fesadın, emr-i bi´lmaruf gibi
şartlara göre farz-ı ayn sayılacak kadar değer kazanmış, son derece
mühim bir vazifenin “terkini gerektirecek”, defalarca yasaklanmış olan
“ölümü isteme”yi meşru kılacak kadar ileri ölçülere varacağı ifade
edilmekte, “umera çocuklardan olduğu müddetçe yeryüzünden lanetin
kalkmayacağı” belirtilmektedir. Bu mânayı te´yid eden şu hadis de
ziyadesiyle manidardır : “Kıyamet alametlerinden biri de ilmin gençler
nezdinde aranmasıdır.” Şu rivayet de Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ in bu mevzudaki mühim uyarı ve tenbihlerinden biri olmalıdır
: “Hz. Peygamber bir defasında “Çocukların emîrliğinden Allah´a
sığınırım” der. Yanındakiler : “Çocukların emîrliği de nedir ” diye
sorarlar. Şu cevabı verir : “Onlara itaat etseniz ( dininizde) helak
olursunuz Şayet isyan etseniz sizi( n dünyanızı) helak ederler; ya
malınızı, ya canınızı ya da her ikisini almak suretiyle.”
Bizzat Buhârî´de gelen bir rivayette, ümmet-i Muhammed´in helakının
Kureyş kabilesinden emîrliğe geçecek çocuklar ( gençler) yüzünden
geleceği belirtilmiştir. Şarihler aynıyla vaki olduğunu misallerle
te´yid ederler.[140]
18- Katl ( Öldürme) Vakaları Artar
Bidayette de belirttiğimiz üzere, fitnede artacağı belirtilen “herç”
ölüm demektir. Şu halde fitnelerin en bariz vasıflarından biri öldürme
vakalarının artmasıdır. Fitne sırasında kardeş kardeşi öldürecek
demektir. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanların bu
davranışlara düşmemeleri için, fitnenin bilhasa bu yönüne fazlaca dikkat
çekmiştir. Pek çok hadiste görüldüğü üzere, fitneye karışmamayı ısrarla
tavsiye edişten maksad, haksız yere kan dökme amellerinden korumayı
sağlamaktır. “…Zîra kişi Müslüman cephesinde olduğu halde, kardeşinin
malını yer, kanını döker ve Rabbine isyan eder, hâlıkını inkâr eder ve
kendisine cehennem şart olur.”
Fitnede, haksız yere katl vakalarının, kardeşin kardeşi öldürme
hâdiselerinin çokca artacağını ifade eden hadisler çoktur. Burada daha
önce 4760 numarada zikrettiğimiz hadisin bir parçasını hatırlamakla
yetiniyoruz : “Ey Ebu Zerr, haberin ola. Ölüm insanlara öylesine çok
gelecek ki, kabirler hizmetçi ve köleler tarafından inşa edilecek.” Bir
Sahiheyn hadisinde “herc artmadıkça kıyamet kopmaz” buyuran Resulullah,
“Herc nedir ” sorusuna, “Öldürme, öldürme ( katl)!” diye cevap
verir.[141]
19- Teşkilatlar Adına Öldürme
Fitneyi tasvir zımnında ifade edilen en enteresan hadislerden biri 4780
numarada kaydedilen hadistir : “Nefsimi kudret elinde tutan Allah´a
kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, katil niçin
öldürdüğünü, maktul niçin öldürüldüğünü bilmeyecek.” “Bu nasıl olacak ”
diye sorulduğu zaman Hz. Peygamber şu açıklamayı yapar : “İşte bu
herçtir. ( Buna bulaştıktan sonra) ölen de öldüren de ateştedir.”
Biz bu hadisi, fitne üzerine söylenen enteresan hadislerden biri olarak
tavsif ettik. Çünkü, bilhassa memleketimizin yaşamış bulunduğu durumu
tasvir etmektedir. Birtakım gizli teşkilatlar tarafından yürütülen
anarşik hadiselerde kullanılan şahıslar, kendilerine verilen vazifeyi
yapmak zorundadır, sebebini, niçinini soramaz. Mesela halkı yıldırmayı
hedef alan bir çok vakada, gelişigüzel kalabalık üzerine, otobüs
durağında bekleyenlere yaylım ateşi açılmaktan çekinilmemiştir.
Teşkilatlar adına işlenen ve para mukabili adam öldüren klasik tipteki
kiralık katillerden daha gayesiz katiller tarafından sahneye konan bu
cinayetleri Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) : “Öldüren niçin
öldürdüğünü, ölen niçin öldüğünü bilemez” şeklinde ifade etmiştir.
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in bu hadiste, hassaten
teşkilatlarca tertiplenen anarşist cinayetleri tasvir ettiğini te´yid
etmek için bu çeşit cinayetleri tahlil eden bir Batılının şu satırlarına
göz atalım : “Anarşist cinayet, siyasî cinayetlerden farklıdır.
Kurbanın katil nazarında gerçekten suçlu olması mühim değildir. Hatta
kurban suçsuz olduğu nisbette anarşik cinayetin daha mükemmel olduğu
söylenebilir. Nitekim bu cinayetlerde mühim olan, tedhiş vasıtasıyla
halk üzerinde yılgınlık hasıl etmektir. Kurban edilen kimsenin mevki-i
içtimâîsi yüksek olduğu nisbette bu gayeye daha iyi ulaşılır. Zaten
tedhişçiler, içtimâî bünyede gedik açabilmek için başa vurmak gereğine
inanırlar.”[142]
20- Emniyet Ve Güven Kalmaz :
Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in mükerrer hadislerinde,
fitne, anarşi devrinde emniyetin kalkacağı, kimsenin kimseye itimat
edemeyeceği, emin kimselerle hain kimselerin tefrik edilemeyeceği vs.
belirtilir. Bu hususla alakalı olarak Abdullah İbnu Amr´dan gelen bir
rivayette, fitnenin çıkacağı devre, “( İnsanlar arasında emin ve
güvenilir kimselerle hain kimseler, salihlerle facirler birbirinden
tefrik edilemeyecek kadar) insanların ahde vefaları bozulduğu, itimadın
kalktığı zaman..” olarak tasvir edilir.
Bir başka rivayette, fitneden haber veren Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´a İbnu Mes´ud sorar : “Ey Allah´ın Resulü, bu fitne ne zaman
gelecek “
“Bu herc ( insanların birbirini kırdığı) devirdir.”
“Bu kırım devri ne zaman gelir “
“Bu, kişinin arkadaşına bile itimad edemediği zamandır.”
İbnu Mes´ud, bu hadisi Vabısa´ya anlatırken, Vabısa da İbnu Mes´ud´a
eyyâmu´lhercin ( kırım zamanının) ne vakit geleceğini sorar. O da
mualliminden aldığını belirttiği cevabı tekrar eder : “Kişinin
arkadaşlarına bile itimad edemeyeceği zaman.”
Bir başka rivayette, cemiyet fertlerinin maruz kaldıkları içtimâî
bozukluklar sonunda, dinin “ahidlerinizi tutun” ( Nahl 91, İsra 34),
“verdiğiniz sözlerde durun”, “yalan söylemeyin” gibi emirlerini unutarak
itimat edilmez davranışlara düşecekleri belirtilir : “Sen, ahidlerini
bozan, güvenirliklerini kaybeden mübtezel ( ayak takımı) insanların
arasında kaldığın zaman ne yapacaksın O insanlar düzenleri bozulmuş (
biri diğerine benzemeyen) her biri her an değişen, ahidlerini bozan,
itimad ve emniyetleri suistimal eden kimselerdir.” Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm) bu açıklamadan sonra parmaklarını birbirine
geçirerek : “İşte böylesine karışık” der.[143]
21- Ölüm Aranır :
Büyük fitnenin hususiyetlerinden biri ölümü aratmasıdır. Yukarıda
söylediğimiz gibi fitne; içtimâî hastalıkların artması sonucu kargaşanın
fiile geçmesidir. Her çeşit dinî ahlakın, aklî ve vicdanî prensiplerin
mağlup ve makhur edilip hissiyatın, içgüdülerin, beşeriyetin kemali için
daima baskı altında tutulması gereken hevayı nefsin hakim olmasıdır.
Mal ve can emniyetini kaldırıp, katl, hırsızlık ve soygunları artırmaya
müncer olan iktisâdî ve içtimâî bozuklukların böylesine artması, hayatın
da mânasını kaybettirecektir. Böyle bir ortamda ölenlere gıpta edilmesi
mucib-i hayret olmalıdır. Buhari ve diğer kaynakların kaydettikleri bir
rivayette Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm), bu durumu şöyle
ifade eder : “Bir insan, ölmüş bir kimsenin kabrine uğrayınca :
“Bunun yerinde keşke ben olsaydım” diye temenni etmedikçe kıyamet
kopmaz.”
Müslim ve İbnu Mace´de gelen bir rivayette bu temenninin dindarlık
sebebiyle olmayıp, maruz kalınan belalar, çekilen sıkıntılar sebebiyle
olduğu tasrih edilir. Daha başka rivayetlerde insanların, sabredilmesi,
elde ateş tutmak kadar zor olan musibet dolu devirler yaşayacakları
belirtilir.
Bir başka rivayette, ölümü arattıran bu fitnenin maddî imkanların
darlığı ile bir alakasının bulunmadığı, bilakis zenginlik sebebiyle
arttığı, hatta bu yüzden insanların fakirliği temenni bile edecekleri
tasrih edilir. Daha çok zengin başların derde düşmeye başladığı günümüz
ahvaline oldukça yakınlık arzetmesi sebebiyle hadisi aynen kaydediyoruz
:
“Siz öyle zaman göreceksiniz ki, o vakit kişi, nasipçe ( malca) hafif
olmaya gıpta eder, tıpkı şimdi sizin mal ve evlat çokluğuna gıpta
ettiğiniz gibi. O kadar ki, biriniz kardeşinin mezarına uğrar da,
hayvanın yerde yuvarlanması gibi yuvarlanarak : “Keşke senin yerinde
ben olsaydım” der. Bu davranışı ( Hz. Yusuf gibi bir an evvel) Allah´a
kavuşmak arzusuyla veya önceden işlediği iyi ameller sebebiyle değil,
maruz kaldığı belalar sebebiyledir.”[144]
22- Ganimet ( Devlet Malı) Helal Addedilir :
“Devletin malı deniz yemeyen domuz” diyerek devlet malını çeşitli
yollardan yağmalamayı helal addeden fasıklarla, “burası dâr-ı harptir,
dar-ı harpte zekat verilmez” diyerek başta vergi kaçakçılığı olmak üzere
çeşitli haramları helal addeden cahillerin halini beyan etmeye de Hz.
Peygamber ehemmiyet vermiş, bu durumun ahirzaman fitnesinin
alâmetlerinden birini teşkil ettiğini belirtmiştir. Hz. Ali´den gelen
rivayete göre, “Kıyamet ne zaman ” diye soran bir kimseye, Hz. Peygamber
( aleyhissalâtu vesselâm) cevaben kıyamet alametlerini sayarken :
“..emanet ganimet sayıldığı, sadaka ( yani zekat ve vergi) bir yük
addedildiği… zaman” demiştir. Aynı fikre, Ebu Hüreyre´den gelen
“rihu´lhamra ( kızıl rüzgâr) hadisinde de yer verilerek : “Emanet
ganimet addedilince, zekat ise ( dini bir borç değil, zorla alınan) bir
ceza telakki edildiği zaman.. kızıl rüzgârı bekleyin” denmiştir.[145]
23- Fitnenin Girmedigi Ev Kalmaz :
Bazı rivayetlerden, kıyametten önce, gelecek bir fitnenin girmeyeceği
evin kalmayacağı, istisnasız her eve gireceği ifade edilir. Abdullah
İbnu Amr tarafından rivayet edilen bir hadiste kıyamet alâmetleri, bir
ipe dizilmiş bulunan boncukların, ipin kırılmasıyla birbirini takip
etmesi gibi, peşpeşe gelecekleri ifade edilir. İşte birbirini takip
edecek bu alâmetlerden altı tanesi tadad edilir. Bunlardan birinin :
“Bilâistisna her Arabın evine girecek olan bir fitne” olduğu belirtilir.
Hadisin Müsned´de gelen iki veçhinden birinde “sizden her bir kimsenin
evine” şeklinde; diğerinde “her bir yün ve toprak eve” şeklinde ifade
edilerek bu hususta şehir ve köy farkının da kalmayacağı belirtilmiştir.
[146]
ÜÇÜNCÜ FASIL
ASABİYET VE EHVA
ـ4798 ـ1ـ عَنْ جُندب بن عبداللّه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ عِمِّيَّةٍ يَدْعُو
لِعَصَبِيَّةٍ أوْ يَنْصُرُ عَصَبِيَّةً فَقِتْلَتُهُ جَاهِلِيَّةً[. أخرجه
مسلم والنسائي.»العِمِيّةُ« بتشديد : بيّن الجهالة والضلة، وهى فِعّيلة
من العمى.و»التَّعصِيبُ« المحاماة والمدافعة عن ا“نسان الذي يلزمك أمره أو
تلتزمه لغرض.و»القِتلَةُ« بكسر القاف حالة القتل، أى فقتله قتل جاهلي .
1. ( 4798 )- Cündeb İbnu Abdillah ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Kim ummiyye ( gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete
çağırırken veya bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü,
cahiliye ölümü üzeredir.” [Müslim, İmaret 57, ( 1850); Nesâî, Tahrîm,
28, ( 7, 123).][147]
ـ4799 ـ2ـ وعن سُراقة بن مالك الجعشمى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : خَيْرُكُمُ الْمُدَافِعُ عَنْ عَشِيرَتِهِ مَالَمْ
يَأثَمْ[. أخرجه أبو داود .
2. ( 4799)- Sürâka İbnu Mâlik el-Cu´şemî ( radıyallahu anh) anlatıyor
: “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“En hayırlınız, ( zulme düşerek) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir.” [Ebu Davud, Edeb 121, ( 5120).] [148]
ـ4800 ـ3ـ وعن واثلة بن ا‘سقع رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قُلْتُ يَا
رَسُولَ اللّهِ : مَا الْعَصَبِيَّةُ قَالَ : أنْ تُعِينَ قَوْمَكَ
عَلى الْظُّلْمِ[. أخرجه أبو داود .
3. ( 4800)- Vâsile İbnu´l-Eska ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Ey Allah´ın Resûlü, dedim, asabiyet nedir “
“Asabiyet, buyurdular, zulümde kavmine yardım etmendir.” [Ebu Davud, Edeb 121, ( 5519).][149]
ـ4801 ـ4ـ وعن عمَرو بْنِ أبِى قرة قال : ]كَانَ حُذَيْفَةُ
بِالْمَدَائِنِ يَذْكُرُ أشْيَاءَ قَالَهَا رَسُولُ اللّهِ # : ‘نَاسٍ
مِنْ أصْحَابِهِ في الْغَضَبِ. فَيَنْطَلِقُ نَاسٌ مِمَّنْ سَمِعَ ذلِكَ
مِنْ حُذَيْفَةَ فَيَأتُونَ سَلْمَانَ الْفَارِسِىُّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما
فَيَذْكُرُونَ ذلِكَ لَهُ. فَيَقُولُ : حُذَيْفَةُ أعْلَمُ بِمَا
يَقُولُ. فَيَرْجِعُونَ الى حُذَيْفَةَ فَيَقُولُونَ لَهُ : قَدْ
ذَكَرْنَا قَوْلَكَ لِسَلْمَانَ، فَمَا صَدَّقَكَ وََ كَذَّبَكَ. فأتَى
حُذَيْفَةُ سَلْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما : فقَالَ : مَا يَمْنَعُكَ
أنْ تُصَدِّقَنِى فِيمَا سَمِعْتُ مِنْ رَسُولِ اللّهِ #؟ فقَالَ
سَلْمَانَ : إنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ يَغْضَبُ فَيَقُولُ في
الْغَضَبِ، وَيَرْضَى فَيَقُولُ في الرِّضَا. ثُمَّ قَالَ : يَا
حُذَيْفَةُ! أمَا تَنْتَهِى حَتّى تُوَرِّثَ رِجَاً حُبَّ رِجَالٍ،
وَرِجَاً بُغْضَ رِجَالٍ، وَحَتّى تُوَقِعَ اخْتَِفاً وَفُرْقَةً؛ وَلَقَدْ
عَلِمْتَ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # خَطَبَ فَقَالَ : اللَّهُمَّ إنِّى
أتَّخِذُ عِنْدَكَ عَهْداً أيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِى سَبَبْتُهُ
سُبَّةً أوْ لَعَنْتُهُ في غَضَبِى فإنَّمَا أنَا مِنْ وَلَدِ آدَمَ
أغْضَبُ كَمَا يَغْضَبُونَ وَإنَّمَا بَعَثْتَنِى رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ.
فَاجْعَلْهَا عَلَيْهِمْ صََةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَاللّهُ
لَتَنْتَهِيَنَّ يَا حُذَيْفَةُ أوِ ‘كْتُبَنَّ الى عُمَرَ ابْنِ
الْخَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه[. أخرجه أبو داود.
4. ( 4801)- Amr İbnu Ebî Kurre anlatıyor : “Huzeyfe ( radıyallahu
anh) Medâin´de iken, Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın öfke
halinde, ashabından bazılarına sarfettiği sözleri anlatıyordu.
Huzeyfe´den bunları işitenlerden bir kısmı Selman ( radıyallahu anh)´a
gelip, Huzeyfe´nin anlattıklarını kendisine söylüyorlardı. Selman da
onlara :
“Huzeyfe söylediğini daha iyi bilir!” diyordu. Onlar da tekrar Huzeyfe´nin yanına dönüp kendisine :
“Biz senin söylediklerini Selman´a soruk. Ne tasdik etti ne de reddetti”
dediler. Bunun üzerine Huzeyfe ( sebze tarlasında bulunan) Selman (
radıyallahu anhümâ)´nın yanına gidip :
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´dan işittiğim şeyler hususunda beni niye tasdik etmedin ” diye sordu. Selman da :
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) öfkelenir ve öfkeli iken
konuşurdu. Razı olur ve rıza halinde de konuşurdu!” cevabını verdi ve
sonra devamla :
“Ey Huzeyfe! dedi. Sen, kalplerde, bir kısım insanlara sevgi, bir kısım
insanlara buğz hasıl edip aralarında ihtilaf ve ayrılıklara sebep olan
bu konuşmalardan vazgeçsen olmaz mı! Nitekim biliyorsun ki, Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm) ( bir gün) hutbesinde şöyle buyurmuştu :
“Allahım! Ben senin katından bir garanti talep ediyorum : Ümmetimden
kimi öfkeli halimde ( haksız yere) sebbetmiş veya lanet etmiş [veya
vurmuş veya incitmiş] isem -ki ben de ademoğluyum, tıpkı onların
öfkelenmeleri gibi öfkelenirim. Halbuki sen beni âlemlere rahmet olarak
gönderdin- bu ( haksız sözümü) o kimseler için kıyamet günü rahmet,
kıl. [Ta ki o vesile ile sana
yaklaşsın!]”
Ey Huzeyfe! Allah´a yemin olsun, ya bu konuşmalardan vazgeçeceksin,
yahut da seni Ömer İbnu´l-Hattab ( radıyallahu anh)´a yazıp şikâyet
edeceğim!” [Ebu Davud, Sünnet 11, ( 4659).] [150]
DÖRDÜNCÜ FASIL
FİTNELERİN GELDİĞİ CİHET VE FİTNELERİN ÇIKTIĞI KİMSELER
ـ4802 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
# : رَأسُ الْكُفْرِ نَحْوُ الْمَشْرِقِ، وَالْفَخْرُ وَالْخَيَءُ في
أهْلِ الْخَيْلِ وَا“بِلِ وَالْفَدَّادِينَ : أهْلِ الْوَبَر،
وَالسَّكِينَةُ في أهْلِ الْغَنَمِ[. أخرجه الثثة .
1. ( 4802)- Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Küfrün başı doğu cihetindedir. Övünme ve çalım satma işi at, deve,
sığır besleyenler, çadırda oturanlar arasındadır. Sükûnet de koyun
besleyenlerdedir.”[151]
ـ4803 ـ2ـ وفي أخرى للبخاري قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # : اَ“يمَانُ
يَمَانٍ، وَالْفِتْنَةُ ههُنَا حَيْثُ يَطْلُعُ قَرْنُ الشَّيْطَانِ[ .
2. ( 4803)- Buhârî´nin bir diğer rivayetinde denir ki : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“İman Yemenlidir. Fitne şu tarafta, şeytanın boynuzunun doğduğu yerdedir.”[152]
ـ4804 ـ3ـ ولمسلم : ]اَ“يمَانُ يَمَانٍ، وَالْكُفْرُ قِبَل الْمَشْرِقِ،
وَالسَّكِينَةُ فِي أهْلِ الْغَنَمِ وَالْفَخْرُ وَالْخُيََءُ فِى
الْفَدَّادِينَ : أهْلِ الْخَيْلِ وَالْوَبَرِ[.»الخُيََءُ« الكبر
والعجب.و»الفدَّادُونَ« قالَ أبو عبيدة هو بتشديد الدال ا‘ولى، وهم
المكثرون من ا“بل، وهم جفاة أهل خيء .
و»أهلُ الْوَبرِ« هم ا‘عراب الذين في البادية ومن يأوى الى جدار، ضد أهل
المدر، وأضاف ا“يمان الى اليمن ‘ن أصل ظهوره من مكة، والكعبة تسمى الكعبة
اليمانية.و»قَرنُ الشَّيْطَانِ« أمته، وقيل قوّته .
3. ( 4804)- Müslim´in rivayetinde şöyledir : “İman Yemenlidir. Küfür
de şark cihetindedir. Sükûnet koyun besleyenlerin yanındadır. Övünmek ve
çalım satmak feddadların, yani at besleyip çadırda kalanların
yanındadır.” [Buhârî, Bed´ü´l-Halk 15, Menakıb 1, Megâzî 74; Müslim,
İman 85, ( 52); Muvatta, İsti´zan 15, ( 2, 920).][153]
AÇIKLAMA :
1- Bu üç rivayetin üçü de Ebu Hüreyre´den gelmektedir. Aslında bir olan hadis, bazı farklı ziyadelerle rivayet edilmiş.
2- Hadis, daha önce de geçti. İzahı gereken bir iki noktasını kısaca kaydedeceğiz;
a) Küfrün başı şarktadır ifadesiyle Mecusîlere ve onlardaki küfrün
şiddetine işaret edilmektedir. Zîra o sıralarda Mecusîler ve onlara tabi
olanlar Medine´nin doğu cihetinde idi. Bunlar eski bir imparatorluğa,
muntazam bir ordu ve devlete sahip oldukları için fevkalade kibir ve
gurur içinde idiler. Hele devletsiz, teşkilatsız olan, aşiret hayatı
yaşayan Arapları hakir görüyorlardı. Bu haletleri, Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´ın gönderdiği mektubu yırtmaya sevketmişti.
Resulullah da onlara paramparça yırtılmaları için beddua buyurmuştu.
Neticede Bizans´tan sonra ikinci süper devlet olan Sasanî İmparatorluğu
Hz. Ömer zamanında param parça olmuştu.
3- Hadiste geçen fahr, kibr ve huyelâ tabirleri kendini beğenmek,
başkasını hakir görmek gibi kötü bir ruh halini ifade eden, birbirine
yakın mânalar taşıyan kelimelerdir. Feddâdîn kelimesi feddanın cem´idir.
Birkaç mânaya geldiği belirtilmiştir :
1) Ziraat işlerinde kullanılan öküze denmektedir.
2) Hattâbî, ekimde kullanılan alete feddan dendiğini belirtir. Bu durumda saban demek olur.
3) Bazı açıklamalarda deve, sığır, at gibi hayvanlara, ekim sırasında ve
diğer fırsatlarda yüksek sesle bağıran kimseye feddan denmektedir.
Fedid, şiddetli ses mânasına gelir.
4) Bazıları Feddâdun kelimesinin çöllerde yaşayanlar mânasına geldiğini
çünkü kelimenin çöl demek olan fedted´den geldiğini ve fedtedde oturan
demek olduğunu ileri sürmüştür. İbnu Hacer, bu te´vilin uzak olduğuna
dikkat çeker.
5) Ma´mer İbnu´l-Müsenna ise, “Feddâdin´le iki yüz ile bin arasında devesi olan kimselerin kastedildiğini” söylemiştir.
6) Buhârî´nin bir başka rivayetinde “Kasvet ve kalp katılığı develerin
kuyruklarının dibinde bas bas bağıranlardadır” denmektedir. Buradaki
feddâdîn kelimesini, “yüksek sesle bağıranlar” olarak anlamak suretiyle
hadis daha açık bir mâna kazanmakla kalmıyor, diğer rivayetlerde, bu
kelimenin hangi mânada kullanılmış olabileceğine de ışık tutuyor.
Hattâbî der ki : “Çölde yaşayanların zemmedilmesi, çöl hayatında
insanı kuşatan şartlar icabı, o insanların din işlerine ayıracak vakit
bulamamaları sebebiyledir. O, gayr-ı dinî meşguliyetlerin kesâfeti
kişiyi kalp katılığına atar.”
4- Ehl-i veber, çadırda yaşayanlar demektir. Çünkü veber deve yünü
mânasına gelir. Araplar çölde, kırda göçebe hayatı yaşayanlara ehl-i
veber der. Buna mukabil ehl-i meder tabiri vardır. Bununla da yerleşik
hayat yaşayanlar, şehirliler kastedilmiştir.
5- Sükûnet, diye açıkladığımız sekîne kelimesinin tuma´nîne ( itminan),
sükûn, vakar ve tevazu mânalarını ifade ettiği belirtilmiştir.
Sükûnetin koyun besleyenlere nisbet edilmesi, onların deve besleyenlere
nazaran servet ve bollukça daha geri olmalarındandır. Servet arttıkça
kibir, gurur gibi mezmum hallerin insanlar üzerinde galebe çaldığı
bilinen bir husustur. Böylece Resulullah bu beşerî zaafa dikkat çekerek
servet sahiplerini uyarmayı gaye edinmiş olmalıdır.
Şunu da belirtelim ki, bazı şarihler koyun sahipleri tabiriyle
Resulullah´ın Yemenlileri kastettiğini; zîra onların Mudar ve Rebîa
kabilelerinin aksine koyun beslediklerini söylemiştir. Rebîa ve Mudar
ise deve besicileridir. Bir İbnu Mâce rivayetinde Aleyhissalâtu
vesselâm, Ümmü Hani´ ye “Koyun edin. Zîra onda bereket var!”
tavsiyesinde bulunmuştur.
6- İkinci rivayette geçen “Şeytanın boynuzu” tabirine gelince, Hattâbî,
beğenilmeyen, kötü şeylerin şeytan boynuzu diye ifade edildiğini
belirtir. Fitnenin şeytan boynuzunun doğduğu yerde olması, fitnenin,
kötülüklerin, küfrün hakim olduğu yerlerde çıkacağını ifade eder.
Karnu´ş-Şeytan tabiriyle, şeytanın ümmeti, şeytana tabi olanlar,
şeytanın kuvveti gibi başka mânaların kastedildiği de belirtilmiştir.
Netice itibariyle hepsi aynı mânada birleşir ve hadisten, fitnenin
şeytana uyanların çok olduğu, şeytanın güçlü bulunduğu, bu sebeple
kötülüklerin galebe çaldığı yerlerde çıkacağı anlaşılır. [154]
BEŞİNCİ FASIL
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİYLE SAVAŞLARI
ـ4805 ـ1ـ عن ا‘حنف بن قيس قال : ]خَرَجْتُ أُرِيدُ هذَا الرَّجُلَ
فَلَقِيَنِى أبُو بَكْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فَقَالَ : أيْنَ تُرِيدُ
يَا أحْنَفُ. قُلْتُ : أُرِيدُ نُصْرَةَ ابْنِ عَمِّ رَسُولِ اللّهِ #.
فقَالَ : ارْجِعْ، فإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ : إذَا
تَوَاجَهَ الْمُسْلِمَانِ بِسَيْفَيْهِمَا، فَالْقَاتِلُ وَالْمُقْتُولُ في
النَّارِ. فقِيلَ : يَا رَسُولَ اللّهِ، هذَا الْقَاتِلُ فَمَا بَالُ
الْمَقْتُولِ؟ قَالَ : إنَّهُ كَانَ حَرِيصاً على قَتْل صَاحِبِهِ. وفي
رواية : أنَّّهُ قَدْ أرَادَ قَتْلَ صَاحِبِهِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
1. ( 4805)- Ahnef İbnu Kays ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Şu adamı
kastederek ( evden) çıkmıştım. Yolda Ebu Bekre ( radıyallahu anh)´ye
rastladım.
“Ey Ahnef nereye gidiyorsun ” dedi.
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın amcaoğluna yardım etmeyi arzu ediyorum!” dedi.
“Dön! dedi. Zîra ben, Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle
söylediğini işittim : “İki Müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin üzerine
yürürlerse öldüren de ölen de ateştedir!” ( Bu söz üzerine Resul-i
Ekrem´e) : “Ey Allah´ın Resûlü! Katili anladık ama maktul niye ateşte ”
diye sorulmuştu.
“Çünkü o da kardeşini öldürme hırsı taşıyordu!” cevabını verdi. -Bir
başka rivayette ise : “O da kardeşini öldürmek istemişti” demiştir.-
[Buhârî, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Fiten 14, ( 2888 ); Ebu Davud,
Fiten 5, ( 4268 ); Nesâî, Tahrim 29, ( 7, 125).][155]
AÇIKLAMA :
1- Burada kastedilen vaka Hz. Ali ve taraftarları ile Hz. Aişe ve
taraftarları arasında cereyan eden Cemel vakasıdır. İlerde ( 4810-4812.
hadisler) bu hadise müstakilen tahlil edileceği için burada açıklama
yapmayacağız.
2- Hadis, iki Müslümanın birbirlerini öldürmek niyetiyle silaha
sarılmalarını yasaklamaktadır. İbnu Hacer hadisle ilgili olarak şu
açıklamayı yapar : “Ulema der ki : “Her ikisinin de ateşte olmasının
mânası şudur : “Onlar bunu hak ederler. Ancak işleri Allah´a
kalmıştır. Dilerse her ikisini de cezalandırır. Sonra diğer muvahhidler
gibi onları da ateşten çıkarır, dilerse her ikisini de affeder ve onlara
hiçbir ceza vermez.” Bazıları : “Hadis, bunu helal addedenlere
hamledilir. Hadiste ne Haricîler için ne de Mu´tezile´den : “Masiyet
ehli ateşte ebedî kalıcıdır” diyenler için hüccet mevcut değildir.
Çünkü, hadiste geçen “Her ikisi de ateştedir” ibaresi, onların ateşte
ebedî kalacaklarını ifade etmez” demiştir.
3- Fitneye karışmamak gerekir görüşünde olanlar, bu hadisle de ihticac
etmişlerdir. Bunlar, Ashab´tan, savaşlarda Hz.Ali´nin yanında yer
almaktan kaçanlardır : Sa´d İbnu Ebî Vakkas, Abdullah İbnu Ömer,
Muhammed İbnu Mesleme, Ebu Bekre, Üsâme, Ebu Berze el-Eslemî vs. Bunlar
özetle : “Savaştan geri durmak gerekir. O kadar ki, biri öldürmek
istese, nefis müdafaası da yapılmaz” demişlerdir. Mamafih : “Fitneye
girilmez, ancak birisi öldürmek isterse nefis müdafaası yapılır” diyen
de olmuştur. İbnu Hacer Sahabe ve Tabiinin cumhurunun “Hak tarafa
yardımcı olup baği tarafa karşı mücadele vermenin vacip olduğu”na
hükmetmiştir. Bunlar fitneye karışmamayı emreden bu hadisleri, savaşacak
güçte olmayan veya hak sahibini teşhisten aciz kalan kimselere
hamletmişlerdir. Ehl-i Sünnet, aralarında meydana gelen hâdiseler
sebebiyle -haklı taraf bilinse dahi- Ashab´tan birini ta´n etmeyi men
etmenin vacip olduğunda ittifak etmiştir. Çünkü onlar, bu harbi
içtihadları sonucu yaptılar. Resulullah´ın haber verdiği üzere, Allah
Teala hazretleri içtihadda yapılacak hatayı affetmiştir. Dahası, hatalı
içtihad yapana da bir sevap verileceği sabittir. İçtihadında isabet eden
ise iki ücret alacaktır” demiştir. Hadiste gelen mezkur vaid, meşru bir
te´vile dayanmaksızın, sırf saltanat için savaşan kimselere
hamledilmiştir.
Taberî der ki : “Müslümanlar arasında vukua gelen her hâdisede, evde
kalarak kavgadan kaçmak ve kılıçları kırmak, vacip olsaydı ne hak ikame
edilir ne de bâtıl iptal edilirdi. Dahası fasıklar, Müslümanlarla
savaştığı zaman, onlar; “Bu fitnedir, biz fitnede onlarla savaşmaktan
men edildik” diyerek ellerini fasıklardan çekecek olsalar, malları
yağmalamak, masum kanları dökmek, iffetleri payimal etmek gibi haramları
irtikaba yol bulurlardı. Bu davranış, sefihlere mani olmakla ilgili
emirlere muhalif olurdu.”
Hadisin Bezzar´da gelen veçhinde yer alan bir ziyade, bu hadisteki
maksada vuzuh getirmektedir : “Eğer dünya ile savaşırsanız ölen de
öldüren de ateştedir.” Bu hususu 4780 numarada kaydedilen bir Ebu
Hüreyre rivayeti de te´yid eder. Orada Resulullah, Müslümanların, ölenin
niçin öldüğünü, öldürenin niçin öldürüldüğünü bilemeyeceğini haber
verir. Bu nasıl olur diye sorulunca : “Herctir, ölen de öldüren de
ateştedir” buyurur. Kurtubî der ki : “Bu hadis açıkça ortaya koyuyor
ki, eğer kıtal ( kavga) dünyayı talep eden veya hevaya uyan taraf
bilinmediği halde yapılırsa öldüren de ateştedir” ve “ölen de öldüren de
ateştedir” hadisinden maksad da bu durumdur.” Bu temel prensibi,
sahabeler arasındaki ihtilafa tatbik eden İbnu Hacer der ki :
“Bundandır ki, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılmaktan kaçınanlar,
sayıca katılanlardan daha azdır. İnşaallah bunların hepsi de mütevvildir
mecurdur ( Allah´tan mükafaata mazhar olacaklardır). Sonradan
gelenler, bunların hilafına dünya için savaşmışlardır.” Nitekim
Buhârî´de gelen yüce sahabe Ebu Berze el-Eslemî ( radıyallahu anh)´nin
bir rivayeti bunu teyid etmektedir. Der ki : “…Sizler, ey Araplar,
cahiliye devrinde bildiğiniz gibi, zillet, fakirlik ve dalalet içinde
idiniz. Allah sizi İslam ve Muhammed ( aleyhissalâtu vesselâm)´le o
halden kurtardı, bugünkü duruma geldiniz. Ne var ki şu dünya sizi ifsad
etti, aranızı açtı. Şu Şam´da bulunan [Mervan] var ya, Allah´a yemin
olsun sırf dünya için savaşıyor.” Hadisin başka veçhinde, “O sıralarda
ortaya çıkan fırkalardan hangisi hayırlı ” diye gelen bu suale Ebu
Berze, “Hiçbir taraf!” mânasına gelen şu cevabı verir :
“Bana insanların en sevimli olanları şu gruptur : Onların karnı,
halkın malından boştur, sırtları masumların kanlarının günahından
azadedir.
“İbnu´l-Arabî der ki : “Demirle işaret eden lanete müstehak olursa, ya
onu Müslümana vuran neye müstehaktır Kişi, ciddi veya şaka olarak,
tehditle işaret etti mi lanete layık olur. Şaka ile bunu yapan da,
kardeşini korkuttuğu için muaheze olunur. Ancak, ciddi olanla şaka
yapanın günahları bir değildir. Yalın kılıcın teati edilmesinin
yasaklanması, yakalama sırasında gafil davranılarak, kazaya sebep olma
korkusundandır.”[156]
ـ4806 ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : َ يُشِرْ أحَدُكُمْ الى أخِيهِ بِالسَِّحِ، فإنَّهُ َ يَدْرِى
لَعَلَّ
الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ في يَدِهِ، فَيَقَعُ في حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ[.
أخرجه الشيخان والترمذي.»النَّزْغ« بالغين المعجمة : الفساد .
2. ( 4806)- Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah
buyurdular ki : “Sizden kimse kardeşine silahla işarette bulunmasın.
Zîra, o bilemez, belki de şeytan elinde bir fesatta bulunur da ateşten
bir çukura düşer.” [Buharî, Fiten 7; Müslim, Birr 126, ( 2617);
Tirmizî, Fiten 4, ( 2163).][157]
AÇIKLAMA :
Resulullah burada, ister ciddi ister şaka olsun yasak olan, mahzurlu
olan bir neticeye götürmesi muhtemel olan davranışı men etmektedir.
Hadis mutlak olduğu için, şaka kasdıyla da olsa zarara götürme ihtimali
olan davranış yasaklanmaktadır. Nitekim, silah şakasıyla vukua gelen
kazaları sık sık işitiriz. Silah korku veren bir nesne olduğu için,
hadisten Müslümanı korkutmaktan yasaklama hükmü çıkarılmıştır. “Ateş
çukuruna düşmek”, ateşe götürecek günaha düşmekten kinayedir. Bir başka
hadiste : “Bir kimse kardeşine bir demirle işaret etse, muhakkak
melekler ona lanet eder, onu bırakıncaya kadar. İsterse annebaba bir
kardeşi olsun” buyrulmuştur. Resulullah bu hususta dikkat çekmeye
ehemmiyet vererek bir başka hadislerinde kınından sıyrılmış vaziyette
silah teatisini de yasaklamıştır. Bu husustaki rivayetlerden biri şöyle
: “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), bir yerde, bir grupa uğradı.
Kılıçlarını yalın halde birbirlerine teati ediyorlardı. “Bundan
yasaklamadım mı Kim kılıcını sıyırmışsa tekrar kınına koysun. Sonra
arkadaşına versin. [Allah bunu yapana lanet etmiştir…]
buyurdular”[158]
ـ4807 ـ3ـ وعن عبداللّه بن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # : سِبَابُ الْمُسْلِمِ فسُوقٌ، وَقِتَالُهُ كُفْرٌ[.
أخرجه الخمسة إّ أبا داود.وقيل هذا محمول على من فعل ذلك من غير تأويل؛
وقيل : قاله على جهة التغليظ أن قتاله كفر يخرج عن الملة.
3. ( 4807)- Abdullah İbnu Mes´ud ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Müslümana sövmek fısktır, onunla çarpışmak da küfürdür.” [Buharî, Fiten
8, İman 36, Edeb 44; Müslim, İman 116, ( 64); Tirmizî, İman 15, (
2636); Nesaî, Tahrim 27, ( 7, 132).][159]
AÇIKLAMA :
1- Sibab : Sövmek olarak tercüme ettiğimiz bu kelime, Arapçada kişinin
namusunu lekeleyecek sözler sarfetmektir. Sebb ile sibab aynı mânaya
gelir ise de sibaba sövüşmek mânası veren de olmuştur. İbrahim Harbî,
sibabı “Kişiyi ayıplamak maksadıyla kendine olan olmayan kusurları sayıp
dökmek” diye açıklar. Fısk, “Allah ve Resulü´ne itaatten çıkmak”
mânasına gelir. Şer´î örfte fısk, isyandan eşeddir. Ayeti kerimede
“…Size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi…” ( Hucurat 7)
buyrulmuştur.
2- Mü´minle çarpışmanın küfür olduğunu ifade eden hüküm biraz ihtilafa
sebep olmuştur. Çünkü, hadisin zahirinde Haricîlerin iddiasını teyid
var. Onlar “Büyük günah işleyen kâfir olur” iddiasındadırlar. Ehl-i
Sünnet alimleri, mü´minle mukatele hâdisesini dinden çıkma mânasında
küfür kabul etmezler.
* “Resulullah´ın “küfür” olarak ifade etmesinden murad tahzirde
mübalağadır” derler. Çünkü bu çeşit durumlarda kişinin dinden
çıkmayacağı umumi bir kaide olarak herkesçe malum ve müsellemdir. Bunu
te´yiden şefaat hadisi, ayrıca “Allah´ın şirk dışındaki bütün günahları
dilediğinden affedeceğini” ( Nisa 48 ) ifade eden ayeti kerime
gösterilmiştir.
* Hadisi te´vil zımnında : “Katl hâdisesinin küfre benzemesi sebebiyle
Resulullah böyle buyurmuştur. Çünkü, mü´mini öldürmek kafirlerin
şanıdır” da denmiştir.
* Bazı âlimler de : “Burada maksad küfr kelimesinin lügat mânasıdır;
bu da örtmektir. Çünkü Müslümanın, Müslüman üzerindeki hakkı, onun
kendisine yardım etmesi, desteklemesi, eza vermekten kaçınmasıdır.
Kendisini silahla öldürmeye yani silah kuşanmaya kalkınca, sanki bu
hakkı örtmüş olur” denmiştir.
* “Buradaki küfürden murad Allah´a küfürdür” diyen de olmuştur. Bunlara
göre hadis, hiç te´vile yer vermeden Müslümanla mukateleyi helal
addedenler hakkında varid olmuştur.
3- Hadiste mü´minin hukuku ta´zim edilmektedir. Müslime sebbeden kimseye fasık demeye cevaz da gelmiş olmaktadır.[160]
ـ4708 ـ4ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : َ تَرْجِعُوا بَعْدِى كُفَّاراً يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ
بَعْضٍ[. أخرجه الترمذي، وأخرجه أبو داود والنسائي عن ابن عَمر.وزاد
النسائي في رواية عن ابن مسعود : ]وََ يُؤْخَذُ الرَّجُلُ بِجَرِيرَةِ
أبيهِ، وََ بِجَرِيرَةِ أخيهِ[.قيل معنى »َ تَرْجِعُوا بَعْدِى كُفَّاراً«
أى فرقاً مختلفة يقتل بعضكم بعضاً فتشبهون الكفار يقتل بعضهم بعضاً
بالعداوة. و»الجَرِيرةُ« الذنب .
4. ( 4808 )- İbnu Abbas ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak ( dinden)
dönmeyin.” [Tirmizî, Fiten 28, ( 2194); Buhârî, Fiten, 8, Diyat 2; Ebu
Davud, Sünnet 16, ( 4686); Müslim, İman 66, ( 119); Nesâî, Tahrim 28, (
7, 127).]
Nesâî, İbnu Mes´ud´dan yaptığı bir rivayette şu ziyadeye yer verir :
“Kişi ne babasının ne de kardeşinin cinayetinden sorumlu tutulmaz.”[161]
AÇIKLAMA :
Hattâbî, küfre dönme tabirini ulemanın iki suretle te´vil ettiğini belirtir :
1) Resulullah, hadiste küfürle, silahla örtünmeyi kastetmiş olmalı. Çünkü küfrün aslı, lügat olarak örtmektir.
2) Hadisin mânası : “Benden sonra birbirlerini öldürmeye kalkan
fırkalara ayrılmayın. Aksi taktirde kâfirlere benzersiniz. Çünkü,
kâfirler adavet sebebiyle birbirlerini öldürürler. Müslümanlar böyle
değildir. Çünkü bunlar kan dökmemekle, birbirleriyle kavga yapmamakla
emrolunmuşlardır” şeklindedir.
* Hadiste, Hz. Ebu Bekr´in hilafeti sırasında irtidat edip, Müslümanları
öldüren ehl-i riddenin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.
İbnu Hacer, aynı cümle için sekiz görüş ileri sürüldüğünü kaydeder :
* Haricîler : “Bu hadis zahirî mânasında vürud etmiştir” derler.
* Bu hüküm Müslümanın kanını helal addedenler içindir.
* Kan hurmetini, Müslümanların hurmetini, dinin hukukunu örtenlerdir.
* Birbirinizi öldürmekle kafirlerin fiillerini yapmış olursunuz.
* Silah kuşananlar, silahla örtünenler kastedilmiştir.
* Allah´ın nimetini örten ( inkar eden).
* Hadisin zahiri murad değil, öldürme fiilinden zecretme muraddır.
* Birbirinizi tekfir etmeyin, birbirinize “ey kâfir” demeyin.[162]
ALTINCI FASIL
SAHABE VE TÂBİÎN ARASINDA ÇIKAN KAVGA VE İHTİLAFLAR
* HZ. OSMAN´IN ŞEHİD EDİLMESİ
ـ4809 ـ1ـ عن ابن أخِى عبداللّهِ بْنِ سََمٍ عن عَمِّه رَضِيَ اللّهُ عَنْه
: ]أنَّهُ جَاءَ الى عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه لَمَّا أُرِيدَ
قَتْلُهُ. فقَالَ لَهُ عُثْمَانُ : مَا جَاءَ بِكَ؟ قَالَ : جِئْتُ في
نُصْرَتِكَ. قَالَ : اخْرُجْ الى النَّاسِ فَاطْرُدُهُمْ عَنِّى فإنَّكَ
خَارِجاً خَيْرٌ لِى مِنْكَ دَاخًِ. فَخَرَجَ عَبْدُاللّهِ بْنُ سََمٍ
فقَالَ : أيُّهَا النَّاسُ، إنَّهُ كَانَ اسْمِى في الْجَاهِلِيَّةِ
فُناً فَسَمَّانِى رَسُولُ اللّهِ # عَبْدَ اللّهِ، وَنَزَلَ فيَّ آيَاتٌ
مِنْ كِتَابِ اللّهِ تَعالى. نَزَلَ فِيَّ : وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِى
إسْرَائِيلَ عَلى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ؛ وَنَزَلَ فيَّ :
قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيداً بَيْنِى وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ
الْكِتَابِ؛ إنَّ للّهِ سَيْفاً مَغْمُوداً عَنْكُمْ، وإنَّ الْمََئِكَةَ
قَدْ جَاوَرَتْكُمْ في بَلَدِكُمْ هذَا الَّذِى نَزَلَ فيهِ نَبِيُّكُمْ،
فَاللّهَ اللّهَ في هذَا الرَّجُلِ أنَّ تَقْتُلُوهُ، فَوَاللّهِ إنْ
قَتَلْتُمُوهُ لَتَطْرُدَنَّ جِيرَانَكُمُ الْمََئِكَةُ، وَلَيَسُلَّنَّ
سَيْفُ اللّهِ الْمَغْمُودُ عَنْكُمْ، فََ يُغْمَدُ الى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ. فَقَالُوا : اقْتُلُوا الْيَهُودِىَّ وَاقْتُلُوا
عُثْمَانَ[. أخرجه الترمذي .
1. ( 4809)- Abdullah İbnu Selam´ın kardeşioğlu, amcası ( Abdullah İbnu Selam) ( radıyallahu anh)´tan naklediyor.
“Hz. Osman ( radıyallahu anh) öldürülmek istendiği zaman yanına geldim. Osman bana :
“Sen niye geldin ” diye sordu.
“Sana yardım edeyim diye geldim” dedim.
“Öyleyse halka çık. Onları benden uzaklaştır. Zîra sen bana hariçte
olursan, yanımda olmaktan daha faydalı olursun!” dedi. Ben de çıkıp :
“Ey insanlar! Bilirsiniz, benim adım cahiliye devrinde falandı. Ama
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) beni Abdullah diye tesmiye
buyurdu. Benim hakkımda Kitabullah´ta birkısım ayetler nazil olmuştur.
Şu ayet benim hakkımda nazil olanlardan biridir : “De ki : “Söyleyin
bana, eğer bu Kur´an Allah tarafından gönderildiği halde, onu inkar
ettiyseniz ve İsrailoğullarından bir şahit de Tevrat´a dayanarak onun
hak kitap olduğuna şahitlik edip iman ettiği halde siz iman etmeyi
büyüklüğünüze yediremezseniz, zalim olmaz mısınız Muhakkak ki, Allah
zalimler güruhuna yol göstermez” ( Ahkaf 10). Keza şu ayet de benim
hakkımda nazil oldu : “İnkar edenler “Sen Allah tarafından gönderilmiş
bir peygamber değilsin” diyorlar. De ki : “Sizinle benim aramızda
şahid olarak Allah ile O´nun kitapları hakkında bilgi sahibi olanlar
yeter” ( Ra´d 43). Allah´ın size karşı kınına konmuş bir kılıcı var.
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın inmiş olduğu bu beldenizde
melekler size mücavir oldular. Öyleyse bu adamı öldürmekten Allah´tan
korkun! Allah´tan korkun! Allah´a yemin olsun eğer onu öldürürseniz,
komşularınız olan melekleri buradan tardetmiş olacaksınız ve Allah´ın
size karşı kında tuttuğu kılıcı kınından çıkartacaksınız ve artık o
kıyamete kadar kınına girmeyecek!”
Bu sözlerim üzerine :
“Şu Yahudiyi öldürün! Osman´ı öldürün” diye bağrıştılar.” [Tirmizî Tefsir, Ahkaf.][163]
AÇIKLAMA :
Abdullah İbnu Selam, İslam´a giren meşhur Yahudi alimlerinden biridir.
İslam olmazdan önceki ismi Husayn idi. Zikrettiği ayette mevzubahis
edilen şahidin Abdulah İbnu Selam olduğu biraz münakaşalıdır. Çünkü
Ahkaf suresi, bi´l-icma Mekkîdir. Abdullah ise hicretten sonra Müslüman
olmuştur. Bu durumda ayette mevzubahis olan şahid, Mekke´ de Müslüman
olan bir ehl-i kitaptır. Hicretten önce İslam´a girmiş ve Kur´an´ı
tasdik etmiş olmalıdır. İbnu Cerir et-Taberî bu görüştedir. Ancak
ekseriyet, ayette zikri geçen bu şahidin Abdullah İbnu Selam olduğunda
müttefiktir. Hasan Basrî, Mücahid, Katâde vs. birçokları. Bunlar surenin
Mekkî olduğunu, ancak mezkur ayetin Medenî olduğunu söylerler. Bu
şahitle Abdullah İbnu Selam´ın kastedildiğini te´yid eden İbnu Hibban´da
Avf İbnu Malik, İbnu Merdûye´de İbnu Abbas hadisleri mevcuttur. Netice
itibariyle racih görüş o şahidden maksadın Abdullah İbnu Selam
olduğudur.[164]
* CEMEL VAKASI
ـ4810 ـ1ـ عن عبداللّهِ بْنِ زِيَادَ قال : ]لَمَّا سَارَ طَلْحَةُ
وَالزُّبَيْرُ وَعَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم الى الْبَصْرَةِ بَعَثَ
عَلِيٌّ عَمَّارَ بْنَ يَا سِرٍ وَحَسَناً رَضِيَ اللّهُ عَنْهم، فَقَدِمَا
عَلَيْنَا الْكُوفَةَ فَصَعَدا الْمِنْبَرَ، فَكَانَ الْحَسَنُ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه في أعَْهُ، وَعَمَّارٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْه أسْفَلَ مِنْهُ،
فَاجْتَمَعْنَا إلَيْهِمَا. فَسَمِعْتُ عَمَّاراً يَقُولُ : إنَّ
عَائِشَةَ قَدْ سَارَتْ الى الْبَصْرَةِ، إنَّهَا لَزَوْجَةُ نَبِيِّكُمْ
في الدُّنْيَا وَاŒخِرَةِ، وَلَكِنَّ اللّهَ ابْتََكُمْ لِيَعْلَمَ إيَّاهُ
تُطِيعُونَ أمْ هِيَ[. أخرجه البخاري .
1. ( 4810)- Abdullah İbnu Ziyad anlatıyor : “Hz. Talha, Zübeyr ve Hz.
Aişe ( radıyallahu anhüm) Basra´ya yürüyünce, Hz. Ali, Ammar İbnu
Yasir ve Hasan´ı ( radıyallahu anhüm) gönderdi. Bu ikisi Kûfe´ye
yanımıza geldiler ve minbere çıktılar. Hz. Hasan ( radıyallahu anh)
minberin yukarısında idi. Ammar ( radıyallahu anh) da ondan aşağıda
idi. Biz onların etrafında toplandık. Ammar´ın şöyle konuştuğunu işittim
:
“Aişe, Basra´ya yürüdü. Muhakkak ki o, dünyada da ahirette de Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in zevcesidir. Ancak Allah sizi imtihan ediyor
: Kendisine mi itaat edeceksiniz, yoksa ona ( Hz. Aişe´ye) mi ”
[Buhârî, Fezailu´l-Ashab 30, Fiten 17.][165]
ـ4811 ـ2ـ وعن شقيق بْنِ عبداللّهِ قال : ]كُنْتُ جَالِساً مَعَ أبِى
مُوسى ا‘شْعَرىّ، وَأبِى مَسْعُود ا‘نْصَارِىّ، وَعَمَّارٍ رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُم فَقَالَ أبُو مَسْعُودٍ لِعَمَّارٍ : مَا مِنْ أصْحَابِكَ مِنْ
أحَدٍ إَّ لَوْ شِئْتُ لَقُلْتُ فيهِ غَيْرَكَ، وَمَا رَأيْتُ مِنْكَ
شَيْئاً مُنْذُ صَحَبْتَ رَسُولَ اللّهِ # أعْيَبَ
عِنْدِى مِنَ اسْتَسْرَائِكَ فِي هذَا ا‘مْرِ. فَقَالَ عَمَّارٌ : يَا
أبَا مَسْعُودٍ مَا رَأيْتُ مِنْكَ وََ مِنْ صَاحِبِكَ هذَا شَيْئاً مُنْذُ
صَحِبْتُمَا رَسُولَ اللّه # أعْيَبَ عِنْدِي مِنْ إبْطَائِكُمَا فِي هذَا
ا‘مْرِ فَقَالَ أبُو مَسْعُودُ : وكَانَ مُوسِراً : يَا غَُمُ! هَاتِ
حُلَّتَيْنِ فأعْطَى إحْدَاهُمَا أبَا مُوسى، وَا‘خْرى عَمَّاراً، وَقَالَ
: رُوحا فِيهِمَا الى الْجُمُعَةِ[. أخرجه البخاري .
2. ( 4811)- Şakik İbnu Abdillah anlatıyor : “Ben, Ebu Musa el-Eş´arî,
Ebu Mes´ud el-Ensârî ve Ammar ( radıyallahu anhüm) ile oturuyordum.
Ebu Mes´ud, Ammar´a :
“Senin arkadaşlarından herkese dilediğim takdirde bir kulp takabilirim.
Ama sen hariçsin. Senin hakkında bir şey söyleyemem. Senin, Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´a arkadaş olduğun günden beri şu işteki
aceleciliğinden başka bir kusurunu görmedim!” dedi. Ammar da ona şu
cevabı verdi :
“Ey Ebu Mes´ud! Ben de ne senden ne de şu arkadaşından, Resulullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´a arkadaş olduğunuz günden beri, ikinizin şu
işteki ağırlığınızdan başka bir kusurunuzu görmüş değilim!
“Ebu Mes´ud -zengin birisiydi- şu karşılıkta bulundu : “Ey oğlum! İki
hulle ( takım) getir. Birini Ebu Musa´ya ver, diğerini de Ammar´a!” Ve
ilave etti : “Bunların içinde ikiniz cumaya gidin.” [Buhârî, Fiten 18,
Fezailu´l-Ashab 30.][166]
AÇIKLAMA :
1- Hadiste zikri geçen Ebu Mes´ud, Ukbe İbnu Amr olup, o gün için Kûfe´de Hz. Ali´nin valisi bulunuyordu.
2- Hadisin bir başka veçhi daha teferruatlı : “Belirtildiği üzere,
Ammar ( radıyallahu anh), Hz.Ali için asker toplamak üzere Kûfe´ye
gelmiştir. Bu sırada yanına gelen Ebu Musa ile Ebu Mes´ud el-Ensarî,
Ammar´ı heyecanlı savaş taraftarı olmakla itham ederler. Ammar da onları
bu savaşta ( haklı olan) Hz. Ali´yi yeterince desteklemeyip ağırdan
almakla itham eder. Neticede zengin olan Ebu Mes´ud iki takım elbise
getirip arkadaşlarına giydirir ve beraberce cum´a´ya giderler.
3- İbnu Hacer, İbnu Battal´dan hadisle ilgili olarak şu açıklamayı
kaydeder : “Ebu Mes´ud zengin ve cömert birisi idi. Bir cum´a günü Ebu
Mes´ud´un yanında toplanmış idiler. Ammar´a cum´aya kıyafetle katılması
için bir takım hediye etmiş olmalı. Çünkü Ammar, yoldan gelmişti ve
yolcu kıyafeti ve savaş teçhizatı içerisindeydi. Bu haliyle cum´a
namazına katılmasına gönlü razı olmamıştır. Ebu Musa´nın yanında sadece
ona elbise hediye etmeyi muvafık bulmadığı için, Ebu Musa´ya da bir
takım hediye etmiştir.”
4- Hadisten şu da anlaşılmaktadır : Savaşa katılma hususunda
içtihadları farklıdır : Ammar ( radıyallahu anh) ağır davranmayı
mekruh addederken, diğer ikisi aceleci olmayı mekruh addetmişlerdir.
Şüphesiz her iki taraf da görüşünde haklıdır. Aceleciliği mekruh
addedenler Resulullah´ın fitneden sakınmayı emreden hadislerini esas
almış olmalıdırlar. Ammar da bağilerle savaşmayı emreden ayet-i kerimeyi
esas almış olmalıdır. ( Mealen) : “Mü´minlerden iki grup
birbirleriyle çarpışacak olursa aralarını düzeltin. Onlardan biri
diğerine karşı tecavüzünde ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar
Allah´ın hükmüne dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerlerse siz de
aralarını adaletle düzeltin ve doğruluktan ayrılmayın” ( Hucurat
9).[167]
ـ4812 ـ3ـ وعن قَيْس بْنِ عَبّادٍ قَالَ : ]قُلْتُ لِعَلِيٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه : أخْبِرْنِى عَنْ مَسِيرَكَ هذَا : أعَهْدٌ عَهِدَهُ
إلَيْكَ رَسُولُ اللّهِ # : أمْ رَأىٌ رَأيْتُهُ؟ فقالَ : مَا عَهِدَ
الىًّ رَسُولُ اللّهِ # : بِشَىْءٍ وَلَكِنَّهُ رَأىٌ رَأيْتُهُ[. أخرجه
أبو داود .
3. ( 4812)- Kays İbnu Abbad ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Ali (
radıyallahu anh) : “Söyle bize! ( Savaş için) şu yürüyüşünü
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ ın bir emrini yerine getirmek
üzere mi yapıyorsun, şahsî bir içtihadın olarak mı ” diye sordum.
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) bana bu yürüyüşü yapmam için
herhangi bir emirde bulunmadı. Ben bunu şahsî reyimle yapıyorum!”
cevabını verdi.” [Ebu Davud, Sünnet 13, ( 4666).][168]
AÇIKLAMA :
Buradaki yürüyüşten maksad, Hz. Ali´nin Hz. Muaviye ile savaşmak üzere
Irak´a yaptığı veya Cemel Vakası diye meşhur, Hz. Zübeyr´le savaşmak
üzere Basra´ya yaptığı yürüyüştür. İbnu Sa´d´ın Tabakat´ında anlatıldığı
üzere Hz. Osman´ın şehid edilmesinin ferdasında Hz. Ali´ye Medine´de
biat edilmişti. Medine´de bulunan bütün sahabeler Hz. Ali´ye biat etmiş
idiler. Ancak Hz. Talha ile Zübeyr´in istemeyerek biat ettikleri
söylenir. Bunlar biattan sonra Medine´den ayrılıp Mekke´ye Hz. Aişe´nin
yanına giderler. Hz. Aişe´yi oradan alıp Basra´ya geçerler. Bu hal Hz.
Ali´ye ulaşır. O da Irak´a geçer. Basra´da Talha, Zübeyr, Aişe (
radıyallahu anhüm) ve beraberindekilerle karşılaşır ve Cemel Vakası
vukua gelir : Yıl 36 hicrî, Cemadiyü´l-ahire ayı. Hz. Talha, Zübeyr ve
başka birçokları şehit olurlar. Ölü sayısı on üç bine ulaşır. Hz. Ali
on beş gün kadar Basra´da kalır. Oradan Kûfe´ye geçer. Sonra Hz. Muaviye
ve beraberindekiler Şam´da Hz. Ali´ye kıyam ederler. Bu haber kendisine
ulaşınca o da ordusuyla yürür. Sıffîn´de karşılaşırlar. Yıl : Hicrî
39 senesi, Safer ayı. Savaşla ilgili bazı açıklamalara az ilerde yer
vereceğimiz için kısa kesiyoruz.[169]
* HARİCÎLER
ـ4813 ـ1ـ عن زيد بن وهب الجُهَنى : ]وَكانَ في الْجَيْشِ الَّذِينَ
كَانُوا مَعَ علِيٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه حِينَ سَارَ الى الْخَوَارِجِ
فقَالَ عَلِيٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه : أيُّهَا النَّاسُ إنِّى سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ : يَخْرُجُ قَوْمٌ مِنْ أُمَّتِى يَقْرَأوُنَ
الْقُرآنَ لَيْسَتْ قِرَاءَتُكُمْ الَى قِرَاءَتِهِمْ بِشَىْءٍ، وََ
صََتُكُمْ الى صََتِهِمْ بِشَىْءٍ، وََ صِيَامُكُمْ الى صِيَامِهِمْ
بِشَىْءٍ يَقْرَأونَ الْقُرآنَ يَحْسِبُونَ أنَّّهُ لَهُمْ وَهُوَ
عَلَيْهِمْ، َ تُجَاوِزُ صََتُهُمْ تَرَاقِيَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنَ
الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيّةِ، لَوْ يَعْلَمُ
الْجَيْشُ الَّذِينَ يُصِيبُونَهُمْ مَا قُضِيَ لَهُمْ عَلى لِسَانِ
نَبِيِّهِمْ لَنَكَلُوا عَنِ الْعَمَلِ، وَآيَةُ ذلِكَ أنَّ فِيهِمْ رَجًُ
لَهُ عَضُدٌ وَلَيْسَ لَهُ ذِرَاعٌ، على عَضُدِهِ مِثْلُ حَلَمَةِ
الثَّدْيِ، عَلَيْهِ شَعَراتٌ بِيضٌ؛ فَتَذْهَبُونَ الى مُعَاوِيَةَ
وَأهْلِ الشَّامِ وَتَتْرُكُونَ هؤَُءِ يَخْلُفُونَكُمْ في ذَرَارِيِّكُمْ
وَأمْوَالِكُمْ، وَاللّهِ إنِّى ‘رْجُو أنْ يَكُونُوا هؤَُءِ
الْقَوْمِ، فَإنَّهُمْ قَدْ سَفَكُوا الدَّمَ الْحَرَامَ، وَأغَارُوا في
سَرْحِ النَّاسِ. فَسِيرُوا عَلى اسْمِ اللّهِ تَعالى. قَال : فَلَمَّا
الْتَقَيْنَا، وَعلى الْخَوارِجِ يَوْمَئِذٍ عَبْدُاللّهِ بْنُ وَهْبٍ
الرَّاسبِى. فقَالَ لَهُمْ : ألْقُوا الرِّمَاحَ وَسَلّوا السُّيُوفِ
مِنْ جُفُونِهَا فإنِّى أخَافُ أنْ يُنَاشِدُوكُمْ كَمَا نَاشَدُوكُمْ
يَوْمَ حَرَوْرَاءَ. فَرَجَعُوا فَوَحَّشُوا بِرِمَاحِهُمْ وَسَلُّوا
السُّيُوفَ وَشَجَرَهُمْ النّاسُ بِرِمَاحِهِمْ، وَقَتَلُوا بَعْضَهُمْ
عَلى بَعْضٍ. وَمَا أُصِيبُ يَومَئِذٍ مِنَ الرِّجَالِ إَّ رَجَُنِ. فقالَ
عَلِيٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه : الْتَمِسُّوا فيهِمْ الْمَخْدَجَ فَلَمْ
يَجِدُوهُ. قَالَ فقَامَ عَلِيٌّ بِنَفْسِهِ حَتّى أتَى أُنَاساً قَدْ
قُتِلَ بَعْضُهُمْ عَلى بَعْضٍ. فقَالَ : أخِّرُوهُمْ فَوَجَدُوهُ مِمَّا
يَلِى ا‘رْضِ. فَكَبَّرَ وَقَالَ : صَدَقَ اللّهُ وَبَلَّغَ رَسُولُهُ.
فَقَامَ إلَيْهِ عَبِيدَةُ السَّلْمَانِى فقَالَ : يَا أمِيرَ
الْمُؤْمِنِينَ؛ وَاللّهِ الَّذِى َ إلهَ إَّ هُوَ لَسَمِعْتَ هذَا
الْحَدِيثَ مِنْ رَسُولِ اللّهِ # : فَقَالَ إى واللّهِ الَّذِى َ إلهَ
إَّ هُوَ، حَتّى اسْتَحْلَفَهُ ثَثاً وَهُوَ يَحْلِفُ لَهُ[. أخرجه مسلم
وأبو داود .
1. ( 4813)- Zeyd İbnu Vehb el-Cühenî -ki bu zat, Hz. Ali ( radıyallahu
anh) Haricîlerle savaşmak üzere yürüdüğü zaman beraberindeki orduda
bulunuyordu- anlatıyor : “Hz. Ali dedi ki : “Ey insanlar, ben
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim :
“Ümmetimden bir grup çıkar. Kur´an´ı öyle okurlar ki, sizin okuyuşunuz
onlarınkinin yanında bir hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir
hiç kalır. Orucunuz da oruçları yanında bir hiç kalır. Kur´an´ı okurlar,
onu lehlerine zannederler. Halbuki o aleyhlerinedir. Namazları köprücük
kemiklerinden öteye geçmez. Okun avı delip geçmesi gibi dinden hemen
çıkarlar. Onlarla harb eden ordu( nun askerlerine) peygamberlerinin
diliyle ne ( kadar çok ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (
başkaca) amel yapmaktan vazgeçerlerdi. Onların alâmeti şudur :
Aralarında pazusu olduğu halde kolu olmayan bir adam olacak. Pazusu
üzerinde meme ucu bir çıkıntı bulacak. Bunun üzerinde de beyaz kıllar
bulunacak. Sizler Muaviye ve Şamlıların üzerine gidecek, buradakileri
terkedeceksiniz. Onlar da sizin ( yokluğunuzdan istifade ile)
çolukçocuğunuza ve mallarınıza sizin namınıza halef olacaklar!”
( Hz. Ali ilave etti) : “O vallahi! Ben, onların bu kavim olacağını
kuvvetle ümit ediyorum. Çünkü onlar haram kan döktüler. Halkın meradaki
hayvanlarını gasbettiler. Öyleyse Allah adına bunlar üzerine yürüyün!”
Ravi der ki : “Haricîlerin başında o gün, Abdullah İbnu Vehb er-Rasibî
olduğu halde, onlarla karşılaşınca Hz. Ali ( radıyallahu anh)
askerlerine :
“Mızraklarınızı bırakın, kılıçlarınızı kınlarından çıkarın. Çünkü ben,
onların Harura günü size yaptıkları gibi yine size sulh teklif
edeceklerinden korkuyorum!” dedi. Bu emir üzerine döndüler, mızraklarını
bertaraf ettiler ve kılıçlarını sıyırdılar. Askerler onlara
mızraklarını sapladı. Öldürüp üst üste yığdı. O gün cengâverlerden
sadece iki kişi isabet alıp şehit düştü. Ali ( radıyallahu anh) :
“Aralarında o sakat herifi arayın!” emretti. Aradılar, fakat
bulamadılar. Bizzat Ali kalkıp üst üste öldürülmüş insanların yanına
geldi :
“Bunları geri çekin!” dedi. Sonra yere gelen cesetler arasında onu
buldular. Onun bulunması üzerine Hz. Ali ( radıyallahu anh) tekbir
getirdi ve :
“Allah doğru söyledi, Resulü de doğru tebliğ etti” dedi. Ubeyde es-Selmânî, Hz. Ali´ye doğrulup :
“Ey mü´minlerin emîri! Kendisinden başka ilah olmayan Allah aşkına
söyle. Sen bu hadisi Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´dan bizzat
işittin mi ” diye sordu. Ali ( radıyallahu anh) :
“Kendinden başka bir ilah olmayan Allah´a yemin ederim, evet!” dedi.
Ubeyde Hz.Ali´ye üç sefer yemin verdi. O da ona üç sefer yemin etti.”
[Müslim, Zekat 156, ( 1066).][170]
ـ4814 ـ2ـ وأخرجه مسلم عن عُبيدِاللّهِ بْنِ أبِى رَافعٍ بِنَحْوِهِ، وفي
أوَّلِهِ : ]أنَّ الْحَرُورِيَّةَ لَمَّا خَرَجَتْ على علِيِّ بْنِ أبِى
طَالِبٍ. قَالُوا : َ حُكْمَ إَّ للّهِ. فقَالَ عَلِيٌّ : كَلِمَةُ
حَقٍّ أُرِيدُ بِهَا بَاطِلٌ[.»التَّرَاقِيُّ« جمع ترقوة، وهى العظم الذي
بين ثغرة النحر والعاتق.و»الرَّمِيَّة« ما يرمى من صيد أو نحوه قال الخطابي
: قد أجمع علماء المسلمين على أن الخوارج على ضلتهم فِرْقة من فرق
المسلمين، ورأوا مناكحتهم، وأكل ذبائحهم، وأجازوا شهادتهم .
قال : ومعنى »يَمرُقونَ مِنَ الدِّينِ« أى يخرجون عن طاعة ا“مام المفترض
طاعته وينسلخون منها.و»نَكَلُوا عَنِ الْعَمَلِ« أى فتروا وجبنوا.و»اŒية«
العمة التي يستدل بها.و»وحشُّوا رَماحَهُمْ« أى رموا بها وألقوها من
أيديهم.و»التَّشَاجُرُ بِالرّمَاحِ« التطاعن بها.و»المخْدَجُ« الناقص .
2. ( 4814)- Müslim, ( bu hadisi) Abdullah İbnu Rafi´den de aynı
şekilde tahriç etmiştir. O rivayetin baş kısmında şu ziyade var :
“Haruriyye, Ali İbnu Ebî Talib ( radıyallahu anh)´e karşı huruc
ettikleri zaman : “Hüküm Allah´ındır” dediler. ( Bu ibare Kur´an´dan
bir iktibas olması hasebiyle) Hz. Ali de : “Kendisiyle batıl murad
edilen hak bir söz” dedi.” [Müslim, Zekat 157, ( 1066).][171]
AÇIKLAMA :
1- Haricîler, Cemel Vakası´yla başlayan iç karışıklıkların sonunda
ortaya çıkan bir fitne grubunun adıdır. Bunlar Sıffîn Savaşı´ndan sonra,
aradaki ihtilafın iki hakem tarafından Kur´an´a göre halledilmesi
şeklinde bir karara varılınca, bu kararı beğenmeyerek hem Hz. Muaviye´ye
hem de Hz. Ali´ye karşı gelmişlerdir. Fiilen halife Hz.Ali (
radıyallahu anh) olması haysiyetiyle Hz. Ali onların üzerlerine gitmiş,
itaate getirmek için onlarla savaşmıştır. Hz. Ali´ye karşı, siyasî bir
eylem olarak ilk toplandıkları yerin adı Harura olduğu için bunlara
Haruriye de denmiştir. Haricîler büyük günah işleyen kâfir olur diye
ortaya attıkları bir prensiple hareket ettikleri için, zamanla kelamî
bir mezhep mahiyetini de kazanmıştır.
Haricîler, bidayetten itibaren Muhakkime-i ûlâ, Ezârika, Necedat,
Sufriyye, Acâride, İbâziye gibi değişik kollara ayrılmıştır. Zamanımıza
kadar varlığını sürdüren kolu İbâziye´dir. Tunus´ta, Cezayir´de bunlara
rastlanır. Zengibar´ın resmî mezhebinin İbâziye olduğu bilinmektedir.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Nehrevan Savaşı´nı anlatmaktadır.
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanlarla savaşacak bir fitne
grubunun evsafını beyan buyurmuş, Hz. Ali bu vasıfları Haricîlerde
görmüştür. Resulullah´ın kendisine verdiği bilgilere dayanarak, bu zümre
içerisinde Zü´s-Südye isminde bir kimsenin bulunması gerekeceğinde
ısrar eder. Gerçekten, ölüler arasında Hz. Ali´nin “peygamberin
ihbarı”na dayanarak yaptığı tasvire uygun bir adam bulununca nebevî bir
mucize daha ortaya çıkar. Hz. Ali ( radıyallahu anh) bu mucize
karşısında heyecanlanır ve tekbir getirir : “Allah doğru söyledi.
Resulü doğru söyledi” demesi, Allah´ın bildirmesiyle konuşan Hz.
Peygamber´in sözünün doğrulandığını, te´yid gördüğünü ifade
buyurmasıdır. Şarihler, Ubeyde es-Selmânî´nin, bu hadisenin itibarını
Resulullah´tan işittiğine dair Hz. Ali´ ye üç kere yemin ettirmesini,
bunu herkese duyurma maksadıyla yaptığını belirtirler.
3- Hz. Ali onların Lahükme illa lillah Kur´ânî cümlesini “Batıla alet
edilen hak bir söz” olarak değerlendirir. Hatta Haricîler, aşırı
dindarlıklarıyla da meşhurdurlar. Çok ibadetten alınları yara olan
kimselerdir. Onun için hadiste “onların namazı yanında sizinki bir
hiçtir…” cümlesine rastlanır. Ne var ki ne çok ibadet, ne Kur´an ve
hadiste gelen ibarelerin slogan olarak kullanılması gidilen yolun
meşruluğu için kafi değildir. Siyasi görüşü kendine muvafık olmayan,
Müslümanları tekfir, halifeye isyan gibi davranışlar onları ve
benzerlerini Resulullah´ın ifadesiyle “İnsan ve hayvanların en şeriri”
olmaktan kurtaramıyor. Haricîlerin “Hüküm Allah´ındır” diye pek sık
kullandıkları slogan, Kur´an´dan muktebestir. Birçok ayette bu mâna
ifade edilmiştir ( En´am 57, 62, Yusuf 40, 67, Kasas 70, 88, Gafir 42),
Hz. Ali buna itiraz etmemiş, fakat söyleniş gayesinin batıl olduğunu
belirtmiştir.
4- Bu hadis, mü´minler arasında cereyan edecek kıtallerin ahkâmını
tesbitte esastır. Ulema bu ve diğer benzeri hadislerden sonra Sahabe´nin
tatbik ettiği ahkâmdan hareketle şu esasları tespit etmiştir :
* İmama isyan edenler önce hakka çağrılır, tehdid edilir, saldırmadıkları müddetçe saldırılmaz.
* Saldırmaları halinde onlarla savaşılır.
* Yaralılarına dokunulmaz. Bozguna uğradıkları takdirde, destek görmeleri melhuz değilse takip edilmezler.
* Malları ganimet değildir yağma edilmezler.
* Tevbe edenlerin tevbesi kabul edilir.
* İsyan sebebiyle dinden çıkmış sayılmazlar. Ancak inkarları sebebiyle isyan etmişlerse o zaman mürted muamelesi yapılır.
* Onlardan esir alınanlara da, esir muamelesi yapılmaz; öldürülmezler.
* Devlete karşı isyan eden bağîlere ve Haricîlere karşı savaşmak caizdir, sevaptır, bu savaşta ölenler şehittir.
Fitnenin çeşitleri ve herbirine karşı uygulanacak ahkâm hakkında geniş bilgiyi daha önce kaydettik.[172]
ـ4815 ـ3ـ وعن سويد بن غفلة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ عَلِيٌّ
رَضِيَ اللّهُ عَنْه : إذَا حَدَّثْتُكُمْ عَنْ رَسُولِ اللّهِ #
حَدِيثاً، فَوَاللّهِ ‘نْ أخِرَّ مِنَ السَّمَاءِ أحَبُّ الىَّ مِنْ أقُولَ
عَلَيْهِ مَا لَمْ يَقُلْ، وَإذَا حَدَّثْتُكُمْ فِيمَا بَيْنِى
وَبَيْنَكُمْ فإنَّ الْحَرْبَ خِدْعَةٌ، وَإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ #
يَقُولُ : سَيَخْرُجُ قَوْمٌ في أخِرِ الزَّمَانِ حُدَثَاءُ ا‘سْنَانِ
سُفَهَاءُ ا‘حَْمِ، يَقُولُونَ مِنْ خَيْرِ قَوْلِ الْبَرِيَّةِ،
يَقْرَأوُنَ الْقُرآنَ، َ يُجَاوِزُ إيمَانُهُمْ حَنَاجِرَهُمْ،
يَمْرُقُونَ مِنْ الدّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنْ الرَّمِيَّةِ،
فأيْنَمَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاقْتُلُوهُمْ فإنَّ في قَتْلِهِمْ أجْراً
لِمَنْ قَتَلَهُمْ عِنْدَ اللّهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الخمسة إ
الترمذي.»حُدَثَاءُ ا‘سْنَانُ« أى شباب لم يكبروا حتى يعرفوا
الحق.»سُفَهَاءُ ا‘حَْمِ« السفه الخفة في العقل والجهل.»ا‘حمُ« العقول .
3. ( 4815)- Süveyd İbnu Gafle ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Ali (
radıyallahu anh) dedi ki : “Ben size Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ dan bir hadis söyleyince, Allah´a yemin olsun Aleyhisselâtu
vesselâm´ın söylemediği bir şeyi söylemektense gökten atılmayı tercih
ederim. Ancak benimle sizin aranızda cereyan eden şeyler hakkında
konuşunca, bilesiniz harp hiledir. Zîra ben Resûlullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim :
“Ahirzamanda yaşça küçük, akılca kıt birtakım gençler çıkacak.
Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur´ân´ı okurlar.
İmanları gırtlaklarından öteye geçmez. Okun avı delip geçtiği gibi
dinden çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız onları gebertin. Zîra,
onları öldürene, kıyamet günü, Allah´ın vereceği ücret var.” [Buhârî,
Fezâilu´l-Kur´ân 36, Menakıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Zekât 154, (
1066); Ebu Davud, Sünnet 31, ( 4767); Nesâî, Tahrîm 26, ( 7,
119).][173]
AÇIKLAMA :
1- Eslâf uleması, burada yaşça genç, akılca kıt gençlerle Haricîlerin
kastedildiğini anlamışlardır. Nitekim, Teysîr´in bu hadisi, Haricîlerle
ilgili fitne başlığı altında kaydettiğine göre, aynı anlayışı görmek
mümkün. Ancak Resûlullah´ın hadisleri, aynen Kur´ân gibi her devre
baktığı için, kıyamete kadar gelecek zaman içinde her devir insanı,
kendi zamanına tatbik etme hakkına sahiptir. Nitekim, bizde Fitnenin
Evsafı ile ilgili bahiste, günümüzün fitnelerinde gizli ve münafık
güçlerin cahil gençlerimizi, İslâmî sloganlarla aldatıp istismar
edeceklerine dikkat çekmiştik.
2- خير قول البرية tabirinde bazı alimler “kalb mevcuttur, قول خير البرية
şeklinde olmalıdır” demiştir. “Yaratılmışın en hayırlısının sözü” demek
olur. Bununla Kur´ân ve hadisin kastedildiği belirtilmiştir.
3- Kur´ân okumalarına rağmen imanlarının gırtlaklarından öteye geçmemesi
Kur´ân´ı anlamadıklarına, ahkâmını hayatlarında tatbik etmediklerine,
halkı aldatmak için, slogan olarak onları zikrettiklerine delalet eder.
Bunlar, bir avı delip, ondan hiçbir bulaşık almadan öbür tarafa geçen ok
gibi, İslâm´dan hiçbir pay kapmamış olarak dinden çıkarlar.
İbnu´l-Esîr, en-Nihâye´de bu insanların dine giriş ve çıkışlarını “ok”un
bir ava giriş çıkışına benzetmesini, oka avdan hiçbir şeyin takılmaması
sebebine bağlar.
4- Hadisin Ebu Dâvud´daki bir veçhinde “Onlar Müslümanları ( büyük
günah işleyince kâfir olurlar diyerek) öldürürler. Fakat put ehlini
bırakırlar. Eğer ben onlara yetişecek olsam, vallahi Ad kavminin
ölümleriyle öldürürüm” buyurulmuştur. Ad kavminin ölümü tabiriyle,
“Köklerinin kesilmesi”nin kastedildiği belirtilmiştir. Çünkü o kavim
helak olmuş, arkası kesilmiştir.
Eski âlimler bu hadisi Haricîlere tatbik edip büyük günah işleyenleri
kâfir addederek diye kayıtlamıştır. Ancak günümüzde benzeri davranışlara
düşen kitlelerin davranışlarını aynı tabirlerle kayıtlamak gerekmez.
Üstelik İslam âlemi şimdilerde ne kadar geniş. Müslümanlara musallat
olacak bu heriflerin ileri sürecekleri bahaneler her köşede bir başka
şey olabilir. Ama onların sonunu da Resûlullah ( aleyhissalâtu
vesselâm) haber vermektedir : “Âd kavminin ölümüyle ölmek.” “Âd kavmi
öldürülmedi, ( atom bombasından hasıl olan fırtınayı hatırlatan) bir
rüzgâr ile toptan helak edildi” der, şârihimiz… [174]
ـ4816 ـ4ـ وعن أبى سعيدٍ وَأنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قا : ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ # سَيَكُونُ في أُمَّتِى اخْتَِفٌ وَفُرْقَةٌ : قَوْمٌ
يُحْسِنُونَ الْقِيلَ وَيُسِيئُونَ الْفِعْلَ، يَقْرَأُونَ الْقُرآنَ َ
يُجَاوِزُ تَرَاقِيَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ
السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيَّةِ. ثُمَّ َ يَرْجِعُونَ حَتّى يَرْتَدَّ عَلى
فُوقِهِ. هُمْ شَرُّ الْخَلْقِ، طُوبَى لِمَنْ قَتَلَهُمْ وَقَتَلُوهُ،
يَدْعُونَ الى كِتَابِ اللّهِ وَلَيْسُوا مِنْهُ في شَىْءٍ. مِنْ
قَاتَلَهُمْ كَانَ أوْلى بِاللّهِ مِنْهُمْ. قَالُوا : يَا رَسُولَ
اللّهِ #! مَا سِيمَاهُمْ قَالَ : التَّحْلِيقُ[. أخرجه أبو داود،
وللشيخين عن أبى سعيد نحوه .
4. ( 4816)- Ebu Said ve Enes radıyallahu anhümâ anlatıyorlar : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Ümmetimde ihtilâf ve ayrılıklar meydana gelecek. ( Onlardan) bir grup
lafıyla güzel, ameliyle kötü olacak. Bunlar Kur´ân´ı okuyacaklar, ancak
köprücük kemiklerinden aşağı geçmeyecek. Bunlar, dinden tıpkı okun avı
delip geçmesi gibi çıkarlar. Onlar, ok, kirişine dönmedikçe bir daha
dine geri gelmezler. Bunlar mahlukatın en şeriridir. Onları öldürene ve
onlar tarafından öldürülene ne mutlu! Onlar insanları Kitabullah´a
çağırırlar, fakat Kitap´tan zerre kadar nasipleri yoktur.”
Yanında bulunan Ashab :
“Ey Allah´ın Resûlü onların alâmeti nedir ” diye sordular da :
“Tıraş olmak!” buyurdular.” [Ebu Dâvud, Sünnet 31, ( 4765).]
Benzer bir rivayeti Ebu Saîdi´l-Hudrî´den Sahiheyn kaydetmiştir.
[Buhâri, Fezailu´l-Kur´ân 36, Menâkıb 25, Edep 95, İstitabe 6, 7;
Müslim, Zekât 143-148, ( 1064); Muvatta, Kur´ân10, ( 1, 204, 205);
Nesâî, Zekât 79, ( 5, 87). Tahrîm 26, ( 7, 119).][175]
ـ4817 ـ5ـ وفي روايةٍ عن أنسٍ قال : ]سِيمَاهُمْ التَّحْلِيقُ
وَالتَّسْبِيدُ. فإذَا رَأيْتُمُوهُمْ فَأنِيمُوهُمْ[.»الفُوقةُ
وَالفُوقَُ« موضع وقوع الوتر من السهم.
5. ( 4817)- Hz. Enes´ten gelen bir rivayette ( Resûlullah şöyle)
buyurmuştur : “Onların alâmeti tıraş ve saçın yolunmasıdır. Onları
gördüğünüz zaman öldürün.”[176]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis, önceki hadiste geçen dalalet fırkasıyla ilgili mütemmim
bilgi sunmaktadır. Dinden çıkan bu yaşça genç, aklı kıt, lafı güzel,
ameli kötü gürûhun bir daha kazanılamayacağı ifade edilmektedir. Onların
geri gelmesi, okun kirişine geri gelmesine bağlanmıştır. Yani olması
muhal olan şeye dilimizde böylesi makamda “balık kavağa çıkınca”
deyimini kullanırız. Maksad muhal olan şeyi ifade etmektir. Keza
bunların okuduğu Kur´ân´dan zerre miktar bir tesir, bir iz kalmayacağı,
kalplerine hiçbir şey inmeyeceği hakikatı da, okuduklarının köprücük
kemiklerinden aşağı gitmeyeceği tabiriyle ifade edilmiştir. Başka
rivayetlerde köprücük kemiği yerine boğaz, hançere, gırtlak gibi başka
tabirler kullanılmıştır. Şarihlerimiz bu tabiri “Kıraatleri Allah´a
yükselmez. Allah kabul buyurmaz” şeklinde de anlamıştır.
2- Hadis, böylesi insanlarla cihad gereğine dikkat çekmektedir. Çünkü,
dinî sloganlarla, Kur´ân tilavetiyle meydana çıktıkları için mü´ minler
arasında tereddüt çıkabilecektir. Aleyhissalâtu vesselâm bu tereddütü
yenmek ve izale etmek maksadıyla onları öldüren gazi, onlar tarafından
öldürülen şehit olur mânasında olmak üzere “Onları öldürene ve onlar
tarafından öldürülene ne mutlu!” buyurmuştur.
3- Onların alâmeti başı tıraş etmek olarak belirtilmiştir. Nevevî der ki
: “Alimlerden bazıları bu hadisten hareketle başı tıraş etmenin
mekruh olduğuna hükmettiler. Ancak, hadiste buna delalet yoktur, tıraş
onların alâmetidir. Alâmet, bazan da mübah olur. Nitekim Aleyhissalâtu
vesselâm : “Onların alâmeti bir pazusu kadın memesi gibi olan siyah
bir adamdır” buyurmuştur. Malum olduğu üzere, bu haram değildir. Ayrıca
Ebu Dâvud´un Sünen´inde Buhârî ve Müslim´in şartına uygun sahih bir
rivayette “Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) başının birkısmı tıraş
edilmiş bir çocuk görmüştü : “Ya tamamını tıraş edin ya tamamını
kesmeyin” buyurdu” denmiştir. Bu rivayet başın tıraş edilmesinin
mübahlığı hususunda sarihtir, te´vile ihtimali yoktur. Ulemâ der ki :
“Her durumda başın tıraş edilmesi caizdir. Kişiye yağlanması ve bakımı
meşakkat getirecekse tıraş etmesi müstehab olur. Eğer meşakkat
getirmiyorsa kesilmesi müstehab olur.”
İkinci hadiste, tıraş olarak tercüme ettiğimiz tahlik kelimesini
te´kîden tesbîd, ( bazı nüshalarda tesmîd şeklindedir) kelimesi
gelmiştir. Lügatte aynen deriden saçın tıraş edilmesi mânasına gelirse
de Ebu Dâvud, saçın kökten yolunması diye açıklar.[177]
ـ4818 ـ6ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]أتَى رَجُلٌ رَسُولَ
اللّهِ # مُنْصَرَفَهُ مِنْ حُنَيْنٍ، وَفي ثَوْبِ بَِلٍ رَضِيَ اللّهُ
عَنْه فِضَّةٌ، وَرَسُولُ اللّهِ # يَقْبِضُ مِنْهَا وَيُعْطِى النَّاسَ.
فَقَالَ : يَا مُحَمَّدُ، اعْدِلْ فَقَال : وَيْلَكَ فَمَنْ يَعْدِلُ
إذَا لَمْ أعْدِلْ؟ لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إنْ لَمْ أعْدِلْ. فَقَالَ
عُمَرُ : دَعْنِى يَا رَسُولَ اللّهِ أضْرِبْ عُنُقَ هذَا الْمُنَافِقِ.
فَقَالَ # : مَعَاذَ اللّهِ أنْ يَتَحَدَّثَ النَّاسُ أنَّ مُحَمَّداً
يَقْتُلُ أصْحَابُهُ، وَإنَّ هذَا وَأصْحَابَهُ يَقْرَأُونَ الْقُرآنَ َ
يُجَاوِزُ حَنَاجِرَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرقُ
السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيَّةِ[. أخرجه الشيخان، واللفظ لمسلم .
6. ( 4818 )- Hz. Câbir ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´ın Huneyn dönüşünde bir adam yanına geldi. Bu
sırada Hz. Bilâl´in eteğinde gümüş ( para) vardı. Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm) bundan avuç avuç alıp insanlara dağıtıyordu.
Gelen adam :
“Ey Muhammed! Adil ol!” dedi. Aleyhissalâtu vesselam ( öfkeli olarak) :
“Yazık sana! Ben de adil olmazsam kim adil olabilir Eğer adil olmazsam
zarara ve hüsrana düşerim!” buyurdular. Hz. Ömer atılıp :
“Ey Allah´ın Resûlü! Bana müsaade buyurun şu münafığın kellesini uçurayım!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm :
“Halkın “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” diye dedikodu yapmasından
Allah´a sığınırım. Bu ve arkadaşları Kur´ân okurlar ( ama okudukları)
hançerelerinden aşağı geçmez. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi çıkıp
giderler!” buyurdular.” [Buhârî, Humus 16; Müslim, Zekât 142, ( 1063).
Metin Müslim´inkidir.][178]
AÇIKLAMA :
1- Hadis birçok vecihten rivayet edilmiştir. Müslim´in Zekât bölümündeki
140-160 arasındaki hadisler bu vak´a ile alakalı. Bazı rivayetlerdeki
ziyadelerden anlaşıldığına göre, hâdise, Huneyn Savaşı´ndan elde edilen
ganimetin Ci´râne´de dağıtımı sırasında cereyan etmiştir ve bu
itirazcının adı Zülhüveysıra´dır. Bir rivayette adam tasvir de edilir :
“Gür sakallı, elmacıkları çıkık, gözleri çukur, alnı yüksek, başı
traşlı.” Bir rivayete göre, “Sağında ve solunda olanlara verdi. (
Henüz) arkadakilere vermemişti. Arkadakilerden bir adam kalkarak : “Ey
Muhammed, taksimde adil olmadın” der. Resulullah bu söze çok öfkelenir.
Ancak : “Vallahi, benden sonra, benden daha adil olacak birini
bulamazsınız” demekle yetinir. Sonra şu açıklamayı yapar :
“Ahirzamanda bir kavim çıkacak. Sanki bu, onlardan biridir. Onlar,
Kur´an okurlar fakat okudukları köprücük kemiklerini geçmez. İslam´dan
okun avdan geçtiği gibi geçip giderler. Alametleri tıraştır. Bunların
arkası kesilmez; sonuncuları Mesih Deccal´le birlikte çıkar. Onlara
rastladığınız zaman bilin ki, onlar halkın ve hayvanların en
şerirleridir.”
2- Havazinliler, askerlerinin daha fedakârane savaşmaları düşüncesiyle
mallarını ve hatta çocuk ve kadınlarını da cephe gerisine
getirdiklerinden savaşta mağlup olunca Müslümanlara çok miktarda ganimet
intikal etmişti; 6.000 kadın ve çocuk, 4.000 okiyye gümüş, 24.000 deve,
40.000´den fazla koyun. Vakidî, o gün her bir gaziye dört deve ile kırk
koyun ganimet isabet ettiğini belirtir. Ayrıca müellefe-i kulub denen
kalpleri kazanılacak, şair, hatip, kabile reisi gibi nüfuzlu kimselere,
durumuna göre 50´şer, 100´er deve verilmiştir.
3- Bazı rivayetlerde, Resulullah´tan bu adamı öldürme müsaadesi isteyen
Halid İbnu Velid´dir. Dahası, hâdisenin Ci´rane´de değil Medine´de
cereyan ettiğini ifade eden rivayet de var. İbnu Hacer el-Askalânî, bu
rivayetlerin arasında zıtlık olmadığını, hâdisenin birkaç sefer cereyan
etmiş olabileceğini söyleyerek zahirî zıtlığı te´lif eder.
4- Bu hadisler, Haricîlerle ilgili olması haysiyetiyle, bunların şerhi
zımnında, Haricîlerin tekfir edilip edilmeyeceği hususuna da yer
verilir. Hemen belirtelim ki, onların tekfiri hususunda ihtilaf
edilmiştir. Şâfiîlerden cumhur-u ulemâya göre Haricîler tekfir edilemez.
Bakillânî, onların sarih küfre düşmediğine, fakat küfre müeddi olan söz
söylediklerine dikkat çekmiş ise de bu, tam bir tekfir sayılmamıştır.
Kadı İyaz, “tekfir hususunda, ulemanın, muteber tek delili olduğunu,
bunun da, onların kendi dışındaki Müslümanları tekfir etmeleri
bulunduğunu, zîra bir hadiste mü´mini tekfir eden kimsenin sözünün
havada kalmayıp, haksız yere tekfirde bulunan kimseye geri döneceğini
bildirdiğini” söyler. Aslında bu hüküm, diğer fırâk-ı dâlle için de
geçerlidir.
Ehl-i Sünnet uleması, tekfir hâdisesi, dinde çok nazik bir bahis olması
sebebiyle, tekfir etme hususunda fazlaca dikkatli ve ihtiyatlı
davranmışlardır. Dolayısıyla onların kestiklerinin yeneceğine,
kadınlarıyla evlenilebileceğine, cenazelerine iştirak edileceğine,
şehadetlerinin makbul olacağına hükmetmişler ve bu hususta icma
etmişlerdir. Hz. Ali´ye : “Onlar kâfir midirler ” diye sorulmuş :
“Küfürden kaçtılar!” demiştir.
“Münafık mıdırlar ” denilmiş, “Münafıklar Allah´ı pek az zikrederler.
Halbuki onlar akşam sabah zikrediyorlar!” demiştir. “Onlar kimdir ”
denilmiş, “Fitneye maruz kalıp, bu yüzden hakka karşı körleşen,
sağırlaşan kimselerdir!” demiştir.[179]
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE YEZİD İBNU MUAVİYE´YE BİAT VAKASI
ـ4819 ـ1ـ عن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]دَخَلْتُ على
حَفْصَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها فَقُلْتُ : قَدْ كَانَ مِنَ النَّاسِ مَا
تَرَيْنَ، وَلَمْ يُجْعَلْ لِى مِنَ ا‘مْرِ شَىْءٌ. فَقَالَتْ : اَلْحَقِ
النَّاسَ فَهُمْ ينْتَظِرُونَكَ، وَأخْشى أنْ يَكُونَ في احْتِبَاسِكَ
عَنْهُمْ فُرْقَةٌ، فَلَمْ تَدَعْهُ حَتّى ذَهَبَ. فَلَمَّا تَفَرَّقَ
النَّاسُ خَطَبَ مُعَاوِيَةُ وَقَالَ : مَنْ كَانَ يُرِيدُ أنْ
يَتَكَلَّمَ في هذَا ا‘مْرِ فَلْيُطْلِعْ لَنَا قَرْنَهُ، فَلَنَحْنُ
أحَقُّ بِهِ مِنْهُ وَمِنْ أبِيهِ. قَالَ حَبِيبُ بْنُ مَسْلَمَةَ :
فَقُلْتُ لِعَبْدِاللّهِ، فَهََّ أجَبْتَهُ؟ فقَالَ : لقَدْ هَمَمْتُ أنْ
أقُولَ أحَقُّ بِهذا ا‘مْرِ مِنْكَ مَنْ قَاتلَكَ وَأبَاكَ عَلى ا“سَْمِ،
فَخَشَيْتَ أنْ أقُولَ كَلِمَةً تُفَرَّقَ بَيْنَ الْجَمِيعِ وَتُسْفِكُ
الدَّمَ وَيُحْمَلُ عَنِّى غَيْرُ ذلِكَ، فَذَكَرْتُ مَا أعَدَّ اللّهُ في
الْجِنَانِ. قُلْتُ : حُفِظْتَ وَعُصِمْتَ[. أخرجه البخاري .
1. ( 4819)- İbnu Ömer ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : “Hz. Hafsa ( radıyallahu anhâ)´nın yanına girdim ve :
“( Ali ile Muaviye ( radıyallahu anhümâ)´nin Sıffîn´deki hâdiseleri
sebebiyle) halka gelenleri görüyorsun. ( Şimdi Harameyn ve başka yerde
hayatta kalan sahabeleri toplayıp fikirlerini almak istiyorlar.) Bu
hilafet ve emîrlik meselesinde bana hiçbir hak tanımadılar ( bu sebeple
gitmek istemiyorum, ne dersin )” dedim.
“Katıl. Çünkü onlar seni bekliyorlar. Onlardan geri durmanı, onların bir
muhalefet saymalarından korkarım!” dedi ve Abdullah, oraya gidinceye
kadar Hafsa onu bırakmadı. ( Hakemlerin hüküm vermesinden sonra) Hz.
Muaviye bir hutbe irad etti ve ( Abdullah´la babası Ömer´i kastederek)
dedi ki :
“Kim bu hilafet meselesi hakkında bizimle konuşmak isterse kendini bize
göstersin ( meydana çıksın). Şurası muhakkak ki biz, halifeliğe ondan
da babasından da ehakkız.”
Habib İbnu Mesleme der ki : “Abdullah´a : “Ona cevap vermedin mi ” dedim. Abdullah cevaben :
“Bu işe senden daha ehak olan, İslam adına sana ve babana karşı (
Uhud´da, Hendek´te) mücadele vermiş olan Ali ( radıyallahu anh)´dir!”
demek istedim. Fakat, herkesin arasına tefrika sokup, kan akıtacak ve
istemediğim bir mânaya çekilecek bir kelime sarfetmekten korktum.
Allah´ın ( sabredene) cennette hazırladığı mükafaatları da hatırlayarak
( Muaviye´ye) karşılık vermedim” demiştir. Habib İbnu Mesleme : “Bu
tavrı takdir ederek : “Sen bir fitneden ( inayet-i İlahî ile)
korunmuş ve ( ciddî) bir felaketten muhafaza edilmişsin!” dedim” der.
[Buharî, Megazî, 29.][180]
AÇIKLAMA :
1- İbnu Hacer´den alarak koyduğumuz parantez arası açıklamalardan da
anlaşılacağı üzere, Hz. Abdullah İbnu Ömer, Sıffîn Savaşı´nda, ihtilafın
çözümü Hakemeyn´e yani biri Hz. Ali, diğeri de Hz. Muaviye (
radıyallahu anhümâ) tarafından seçilecek iki hakemin tesbit edeceği
ortak görüşe havale edildikten sonra, hayatta kalan sahabelerin
fikirlerini almak üzere yapılan bir davete icabet edip-etmeme hususunda
Resulullah´ın zevcelerinden ve aynı zamanda kızkardeşi bulunan Hafsa ile
istişare etmiştir. Kendisi kırgın bir hava taşımakta, bu sebeple de
davete icabet etmemek istemektedir. Ancak Hz. Hafsa, katılmasını tavsiye
etmektedir.
Abdullah katılır. Hz. Muâviye´nin kulağına Abdullah´tan bir şeyler
ulaşmış olmalı ki, ilk hutbesinde ta´rizkâr ve hatta tehditkar bir
üslupla Hz. Abdullah´a laf atar. Abdullah, Hz. Ali lehine konuşup,
bidayetten beri İslam için çalıştığını, Hz. Muâviye ve babası Ebu
Süfyan´a karşı Uhud´da, Hendek´te İslam´ı korumak için savaş verdiğini,
bu sebeplerle onun hilafete kendisinden ehak olduğunu söylemeyi düşünür.
Fakat, fitne çıkmasın diye sükut eder. Said İbnu Mansur´un kaydettiği
munkatı bir rivayette Hz. Abdullah, Muâviye´ye şöyle söylemek istemiştir
: “Hilafete, İslam adına sana ve babana karşı savaşmış olanlar
ehaktır.” Ancak kan dökülmesi ve sözünün yanlış anlaşılması korkusuyla
susmayı tercih eder, ( radıyallahu anh).
2- Hadiste, Hz. Abdullah´a bu davranışı sebebiyle takdirlerini ifade
eden Habib İbnu Mesleme, küçük sahabelerdendir. Şam´a yerleşmiştir.
Babasının Resulullah´la sohbeti mevcuttur. Aslında Hz. Muaviye
taraftarlarındandır. Muaviye ( radıyallahu anh) onu, kuşatma altındaki
Hz. Osman´a yardım etmesi için bir askerî birliğin başında Şam´dan
Medine´ye göndermiş, ancak o gelmeden Hz. Osman şehid edilmiş olduğu
için geriye, Hz. Muâviye´nin yanına dönmüştür. Şam´da Hz. Muâviye ile
beraberdir. Hz. Muâviye onu Rumlara karşı yapılan gazvelerin başına
komutan tayin etmiştir. Sıkça Rumlarla karşılaştığı için Habibu´r-Rum
lakabıyla şöhret bulmuştur. Hz. Muâviye´nin hilafeti sırasında vefat
etmiştir.
Habib İbnu Mesleme´nin Hz. Abdullah´a “Allah seni fitne ve felaketten
himaye etmiş” sözü, o sırada Hz. Muâviye aleyhine sarfedeceği bir sözün
mutlaka bir kavgaya sebep olacağını ifade eder. Çünkü hâdiselerin
içinde, hatta yetkili bir şahsiyettir, havayı gayet iyi bilmektedir.
3- İbnu Hacer´in açıkladığına göre, Hz. Muâviye, hilafet meselesinde şu
görüşte idi : “Kuvvet, re´y ve marifette üstün olanın, İslam´da
öncelik, diyanet ve ibadet yönleriyle üstün olana takdim edilmesi
gerekir.” İşte bu görüş gereğince kendisinin hilafete ehak olduğunu
ileri sürmüştür. İbnu Ömer ise aksi görüşte idi ve fitne korkusu
olmadıkça mefdula biat edilmeyeceği kanaatini taşıyordu. İşte bu sebeple
sonradan Hz. Muâviye´ye ve daha sonra da oğlu Yezid´e biat etti,
çocuklarına da biatlarını bozmayı yasakladı. Aynı düşünce ile, Yezid´den
sonra da Abdülmelik İbnu Mervan´a biat etmiştir.[181]
ـ4820 ـ2ـ وعن ابْنِ الْمُسَيَّبِ قَالَ : ]لَمَّا وَقَعَتْ اَلْفِتْنَةُ
ا‘ولى، يَعْنِى مَقْتَلَ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه لَمْ تُبْقِ مِنْ
أصْحَابِ بَدْرٍ أحَداً؛ ثُمَّ وَقَعَتِ الْفِتْنَةُ الثَّانِيةُ يَعْنِى
الْحَرَّةَ، فَلَمْ تُبْقِ مِنْ أصْحَابِ الْحُدَيْبِيَةِ أحَداً؛ ثُم
وقَعَتِ الثَّالِثَةُ فلَمْ تَرْتَفِعْ وَلِلنَّاسِ طَبَاخٌ[. أخرجه
البخاري .
يقال فن » طَبَاخَ لهُ« أى عقل له و خير عنده، والمراد أنها لم تبق في الناس من الصحابة أحداً .
2. ( 4820)- İbnu´l-Müseyyeb ( radıyallahu anh) anlatıyor : “İlk
fitne yani Hz. Osman ( radıyallahu anh)´ın şehid edilmesi vukua geldiği
zaman Ashab-ı Bedr´den kimseyi hayatta bırakmadı. Sonra ikinci fitne
yani Harra hâdisesi vukua geldi. Bu da Hudeybiye ashabından kimseyi
hayatta bırakmadı. Sonra üçüncüsü vukua geldi. O da insanlar arasında
akıl ve kuvvet ( sahabe) barakmadı.” [Buhârî, Megazî 11.][182]
AÇIKLAMA :
1- Hadiste üç fitneye temas edilmektedir. Bunlardan ilki Hz. Osman´ın
şehid edilmesi hâdisesidir. Bu vak´a hicrî 35 senesinde vukua gelmiştir.
İkinci fitne Harre vakasıdır. Bu vaka Hicri 63 yılında vukua gelmiştir.
Üçüncü fitnenin hangi hâdise olduğu tasrih edilmemektedir. Kastalânî
Irak´ta vukua gelen Ezârika fitnesi, Haccac tarafından İbnu Zübeyr (
radıyallahu anh)´in şehid edilmesi ve Kâbe´nin yıkılmasıyla sonuçlanan
hicri 74 yılındaki fitne; Mervan İbnu Muhammed´in hilafeti sırasında 130
yılında Medine´de cereyan eden Ebu Hamza el-Haricî fitnesinin
kastedilmiş olabileceğinin ileri sürüldüğünü kaydeder.
İbnu Hacer, üçüncü fitnenin Ezârika fitnesi olduğunu söyleyen Davudî´ye
itiraz eder ve katılmayış sebebini iki sebebe bağlar :
1) Hadisin ravisi Yahya İbnu Said burada Medine´de vukua gelen fitneleri kastedmiştir, diğerlerini değil.
2) Ezârika fitnesi ise Yezid İbnu Muâviye´nin vefatını müteakip vukua gelmiş; yirmi seneden fazla devam etmiştir.[183]
İbnu Hacer üçüncü fitnenin hangisi olduğunu belirleme maksadıyla İmam
Malik´in Yahya İbnu Said´den kaydettiği şu açıklamaya yer verir :
“Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın mescidinde iki gün namaz
terkedilmiştir :
1) Hz. Osman´ın şehid edildiği gün,
2) Harra günü.”
İmam Malik : “Üçüncüyü unuttum” demiştir. İbnu Hacer devam eder :
“İbnu Abdü´l-Hakim : “Haricî Ebu Hamza´nın huruc ettiği gündür” der.
Bu ise Mervan İbnu Muhammed İbnu Mervan İbni´l-Hakem´in hilafeti
zamanında 130 yılında cereyan etmiştir. Bu hâdise Yahya İbnu Said´in
vefatından bir müddet önce vukua gelmiştir. Ben, Dârakutni´nin Garaibu
Malik nam eserinde, kendisine Yahya İbnu Said´den sahih bir senetle
ulaşan buna benzer bir rivayete rastladım. Sonunda şöyle diyordu :
“Üçüncüsü vaki olursa insanlarda akıl ve güç bırakmaz.” İbnu Ebî
Hayseme´nin tahricinde “Şayet üçüncü vaki olsaydı” şeklinde gelmiştir.
Bu ifade, sadedinde olduğumuz hadiste üçüncü fitne hakkındaki cezme
muhaliftir ( yani hâdisenin henüz vukua gelmediğini beyandır).
Aralarını bulmak ve te´lif etmek mümkündür. Şöyle ki : “Yahya İbnu
Said bu sonuncu ifadeyi önce söylemiştir, sonra da mezkur üçüncü fitne, o
daha sağ iken vaki olmuştur. Hâdiseden sonra Yahya İbnu Said, Leys İbnu
Sa´d´ın kendisinden naklettiği ifadeyi söylemiştir.”
2- Hadiste geçen Tabah kelimesi kuvvet, akıl, hayır gibi mânalara gelir.
İbnu´l-Esir, Camiu´l-Usul´de bundan maksadın Sahabe olduğunu belirtir.
Rivayetten, mezkur üç fitneden birincide Bedir Ashabı, ikincide
Hudeybiye Ashabı, üçüncü de Ashabın geri kalanı öldürülecek gibi bir
mâna anlaşılmaktadır. Fakat mâna öyle değil. O sıralarda onların
kalmamış olacağı ifade edilmiştir. Yani, “Bedir Ashabı´nın tükenme
sıralarında Hz. Osman katledildi, birinci fitne husule geldi; Hudeybiye
Ashabı´nın tükenmesi zamanında Harra hadisesi vukua geldi, Ashab´ın
tükendiği sıralarda da üçüncü fitne vukua geldi” denmektedir.
3- Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz : Sadedinde olduğumuz
rivayet Said İbnu´l-Müseyyeb´ten bir nakil gözükmektedir. Yapılan
açıklamalara göre bu eser Yahya İbnu Said´e aittir. Nitekim Said
İbnu´l-Müseyyeb hicrî 94 yılında vefat etmiştir. Halbuki üçüncü fitne
olarak yorumu yapılan hâdise hicrî 130 yılında cereyan etmiştir. Öyle
anlaşılıyor ki, hadisin baş kısmı Said İbnu´l-Müseyyeb´e aittir. Ravi
Yahya İbnu Said, Said İbnu´l-Müseyyeb´in sözlerini naklettikten sonra
kendisi şu ilavede bulunmuştur : “…Sonra üçüncü bir fitne daha vukua
geldi, o da insanlarda akıl ve kuvvet bırakmadı.” Ne var ki bu derc´e
raviler dikkat çekmemişlerdir. Yahut bu söz, Buharî, rivayetinin
zahirine göre müdrec değildir. Gerçekten Said İbnu´l-Müseyyeb´e aittir.
Bu durumda üçüncü fitne hususunda yapılan ve İbnu Hacer tarafından da
benimsenmiş olan yorum yanlıştır. Üçüncü fitneyi Said İbnu´l-Müseyyeb´in
ölümünden önce cereyan eden bir fitne ile izah etmek gerekecek ki bu da
Davudî´nin yaptığı izahtır : Ezarika fitnesi. [184]
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE HARİÎİLER
Bu iki hadise birbirine bağlı olduğu için ikisini birlikte kısaca
Suyutî´nin anlatımından kaydedeceğiz : “Hz. Ali´ye Osman´ın şehit
edilmesinin ertesi günü, Medine´de bulunan sahabeler ( radıyallahu
anhüm) biat ettiler. Aşere-i Mübeşşere´den Talha ve Zübeyr (
radıyallahu anhümâ)´in istemeyerek biat ettikleri söylenmiştir. Bu
sebeple o ikisi Mekke´de bulunan Hz. Aişe´nin yanına giderler. Üçü
beraber, Hz. Osman´ın kanını talep etmek üzere Basra´ya giderler. Haber
Hz. Ali´ye ulaşınca o da Irak´a hareket eder. Basra´da Talha, Zübeyr ve
Hz. Aişe ( radıyallahu anhüm) ve beraberindekiler ile karşılaşırlar.
Cemel Vakası vukua gelir. Hicrî 36 yılında cereyan eden bu hâdisede
Talha ve Zübeyr´in de aralarında yer aldığı 13.000 kişi hayatını
kaybeder. Bunlardan 2.000 kadarı Hz. Ali saflarından, geri kalan da Hz.
Aişe saflarındandır.
Hz. Ali, 15 gün kadar Basra´da kaldıktan sonra Kûfe´ye geçer. Bu esnada
Şam´dan da Hz. Muaviye, beraberindekilerle birlikte Hz. Ali´nin üzerine
yürür. Sıffîn´de karşılaşırlar. Tarih hicrî 37 Safer ayı. Aralarında
başlayan savaş birkaç gün neticesiz devam eder. Şamlılar Mushafları
kaldırarak onun hakemliğine başvurmayı teklif ederler. Bunun, Amr
İbnu´l-As tarafından teklif edilen bir harp hilesi olduğu söylenmiştir.
Hz. Ali´nin askerleri Kur´an´a karşı savaşmak istemezler. Sulh talep
ederler. İki hakem tayin edilir. Daha önce belirttiğimiz üzere, Hz. Ali,
Ebu Musa el-Eş´arî´yi, Hz. Muaviye de Amr İbnu´l-As ( radıyallahu
anhüm ecmain)´ı hakem tayin eder.
Aralarında yazılı bir vesika tanzim ederek yılbaşına Ezruh´ta bir araya
gelip ümmetin meselesini halletme hususunda görüş birliğine varırlar.
Herkes dağılır. Hz. Muaviye Şam´a, Hz. Ali de Kûfe´ye dönerler. Bu
sırada Hz. Ali´nin saflarından, Haricîler denecek olan bir zümre
ayrılır. Bunlar hakem hâdisesine karşı çıkarlar. “Hüküm Allah´a aittir”
derler. Harura´yı kendilerine karargâh yaparlar. Hz. Ali bunlara İbnu
Abbas´ı nasihatçi olarak gönderir. Onlarla bazı münakaşalar yapar,
açıklamalarda bulunur. Bir kısmı nasihat dinler; gidilen yolun yanlış,
şeriate aykırı olduğunu kabul edip rücu eder. Bir kısmı da batılda ısrar
eder. Bu ısrarcılar Nehravan´a giderler, orada başkaldırırlar. Hz. Ali
oraya gidip, onlarla savaşır ve -önceki rivayette ( 4813. hadis)
açıklandığı üzere- Zü´s-Südye başta olmak üzere pek çokları
öldürülürler; yıl hicrî 38.
Aynı senenin Şa´ban ayında Ezruh´ta hakemlerin hükmünü dinlemek üzere
toplanırlar. Sa´d İbnu Ebî Vakkâs, İbnu Ömer ve diğer pekçok sahabe
-4819 numaralı hadiste de açıklandığı üzere- oraya gelirler.
Amr İbnu´l-As, kurnazlık yaparak ilk önce Ebu Musa el-Eş´arî´yi
konuşturur. Aralarındaki antlaşma gereği o, Hz. Ali´yi azleder. Arkadan
Amr konuşur, hilafette Hz. Muâviye´yi sabit tutar ve ona biat eder.
Halk bu kargaşa ile ayrılır. Hz. Ali askerlerinin ihtilafına muhatap olur.
İşte bu kargaşa sırasında Haricîlerden üç kişi, ortaya atılıp :
Abdurrahman İbnu Mülcem el-Murâdî, Bürek İbnu Abdillah et-Temîmi ve Amr
İbnu Bekr et-Temîmi. Bunlar Mekke´de biraraya gelip, Hz. Ali, Hz.
Muâviye ve Hz. Amr İbnu´l-Âs radıyallahu anhüm´ü öldürmek ve ümmeti
bunların fitnesinden huzura kavuşturmak hususunda antlaşma yaparlar.
İbnu Mülcem : “Ben Ali´yi halledeyim” der. el-Bürek : “Ben
Muâviye´yi halledeyim” der. Amr İbnu Bekr de : ÔBen de Amr İbnu´l-Âs´ı
halledeyim” der.
Ehl-i Sünnet ulemâsı hürmet ve sevgi ile mükellef olduğumuz Ashab-ı
Kiram hazeratının aralarında cereyan eden elim vukuatı naklederken,
hürmet ve muhabbeti zedeleyerek teferruata inmekten içtinab etmişler
kısaca hülasa etmişlerdir.”
Bu bahsin sonunda Ashab arasında cereyan eden hâdiselerin mahiyeti hakkında Bediüzzaman´ın bir yorumunu kaydedeceğiz.[185]
* İBNU´Z-ZÜBEYR DEVRİ
ـ4821 ـ1ـ عن أبى نَوْفَلْ قَالَ : ]رَأيْتُ عَبْدَاللّهِ بْنَ
الزُّبَيْرِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما على عَقَبَةِ الْمَدِينَةِ، فَجَعَلَتْ
قُرَيْشٌ وَالنَّاسُ تَمَرُّ عَلَيْهِ، حَتّى مَرَّ عَلَيْهِ عَبْدُاللّهِ
ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فَوَقَفَ عَلَيْهِ. فقَالَ :
السََّمُ عَلَيْكَ أبَا خُبَيْبٍ ثَثاً، أمَا وَاللّهِ لَقَدْ كُنْتُ
أنْهَاكَ عَنْ هذَا وإنْ كُنْتَ مَا عَلِمْتُ صَوَّاماً قَوَّاماً وَصُوً
لِلرَّحِمِ، أمَا وَاللّهِ ‘ُمَّةٌ أنْتَ شَرُّهَا ‘ُمَّةُ خَيْرٍ.
فَبَلَغَ الْحَجَّاجَ مَوْقِفُ عَبْدِاللّهِ ابْنِ عُمَرَ وَقَوْلُهُ.
فأرْسَلَ إلَيْهِ فأُنْزِلَ عَنِ جِذْعهِ فَأُلْقِىَ في قُبُورِ
الْيَهُودِ. ثُمَّ أرْسَلَ الى أُمَّةِ أسْمَاءَ
بِنْتِ أبِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما، فأبَتْ أنْ تَأتِيَهِ، فأعَادَ
إلَيْهَا الرَّسُولَ لتَأتِيَنِّى أوْ ‘بْعَثَنَّ إلَيْكِ مَنْ يَسْحَبُكِ
بِقُرونِكِ. فأبَتْ فقَالَتْ : واللّهِ َ أتِى إلَيْكَ حَتّى تَبْعَثَ
مَنْ يَسْحَبُنِى بَقُرونِى فقَالَ : أُرونِي سِبْتِيَّتَيَّ فأخَذَ
نَعْلَيْهِ ثُمَّ انْطَلَقَ يَتَوَذَّفُ حَتّى دَخَلَ عَلَيْهَا فقَالَ :
كَيْفَ رَأيْتُنِى صَنَعْتُ بِعَدُوِّ اللّهِ؟ قَالَتْ : رَأيْتُكَ
أفْسَدْتَ عَليْهِ دُنْيَاهُ وَأفْسَدَ عَلَيْكَ آخَرَتَكَ. بَلَغَنِى
أنَّكَ تَقُولُ : يا ايْنَ ذَاتَ النِّطَاقَيْنِ، أنَا واللّهِ ذاتُ
النِّطَاقَيْنِ. أمَّا أحَدُهُمَا فَكُنْتُ أرْفَعُ بِهِ طَعَامَ رَسُولِ
اللّهِ # وَطَعَامَ أبِى مِنَ الدَّوَابِّ، وَأمَّا اŒخَرُ فَنِطَاقُ
الْمَرْأةِ الَّذِى َ تُسْتَغْنِى عَنْهُ. أمَا إنَّ رَسُولَ اللّهِ #
حَدَّثَنَا أنَّ في ثَقِيفٍ كَذَّاباً وَمُبِيراً. أمَّا الْكَذَّابُ فقَدْ
رَأيْنَاهُ، وَأمَّا الْمُبِيرُ فََ إخَالُكَ إَّ إيَّاهُ. فقامَ عَنْهَا
وَلَمْ يُرَاجِعْهَا[. أخرجه مسلم.وزاد رزين أن الحجاج قال : ]دَخَلْتُ
إلَيْهَا ‘حْزِنَهَا فأحْزَنَتْنِى[.و»قرونُ المَرأةِ«
ضفائرها.و»التَّوْذفُ« التبختر، وقيل ا“سراع.و»السِّبْتِيَّتَانِ« النعن،
وأصله من السبت، وهو جلود البقر المدبوغة بالقرظ يعمل منها النعال نسبت
إليها. وقيل من السبت وهو حلق الشعر ‘ن شعر الجلود ترمى عنها ثم تعمل منها
النعال.و»الْمُبيرُ« المهلك .
1. ( 4821)- Ebu Nevfel anlatıyor : “Abdullah İbnu´z-Zübeyr (
radıyallahu anhümâ)´i ( Mekke´deki) Akabetü´l-Medine ( denilen yerde) (
asılmış) gördüm. Kureyş ve diğer halk onun yanına gelmeye başlamıştı.
Derken Abdullah İbnu Ömer ( radıyallahu anhüma) de geldi. Yanında
durdu. “es-Selâmu aleyke ey Ebu Hubeyb!” dedi ve bu selamı üç kere
tekrar etti. Sonra sözlerine devamla [üç kere de] “Vallahi seni bu işten
men etmiştim ( ama beni dinlemedim)” deyip şunları söyledi :
“Vallahi, benim bildiğime göre sen, çok oruç tutan, çok namaz kılan,
yakınlara çokca yardımcı olan bir kimseydin. Vallahi, en kötüsü sen olan
bir ümmet mutlaka en hayırlı bir ümmettir!”
Haccâc´a, Abdullah İbnu Ömer ( radıyallahu anhümâ)´in İbnu´z-Zübeyr
karşısındaki tavrı ve söylediği bu sözleri ulaştı. Derhal adam
göndererek İbnu´z-Zübeyr´in cesedini asılı olduğu kütükten indirtip,
Yahudilerin kabirlerine attırdı. Sonra annesi Esma Bintu Ebî Bekr (
radıyallahu anhâ)´i de bir adam gönderip çağırttı. Fakat kadıncağız
gitmekten imtina etti. Haccâc ikinci bir elçi daha gönderdi ve : “Ya
bana kendi rızanla gelirsin ya da, sana saç örgülerinden sürüyerek
getirecek birisini gönderirim!” dedi. Esmâ yine imtina edip :
“Sen, örgülerimden tutup beni sürükleyecek birini gönderinceye kadar vallahi gelmeyeceğim!” dedi. Haccâc :
“Bana ayakkabılarımı gösterin!” dedi. Papuçlarını alıp, çalımla koşup Esmâ´nın yanına girdi.
“Allah düşmanına ne yaptığımı gördün mü ” dedi.
“Ona dünyasını berbat ettiğini, onun da senin ahiretini berbat ettiğini
gördüm. Bana ulaştığına göre ona : “Ey iki kuşaklının oğlu” demişsin.
Vallahi iki kuşaklı benim. Onlardan biriyle ben Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)´ın ve Ebu Bekr´in ( hicret sırasındaki)
yiyeceklerini bağladım. Diğeri de, kadının belinden ayırmadığı
kuşağıdır. Şunu ilave edeyim ki, Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)
bana : “Sakif´te bir yalancı, bir de zalim var!” demişti. Yalancıyı
gördük. Zalime gelince; bunun da ancak sen olacağını zannediyorum!”
dedi. Haccâc, hiç cevap vermeden yanından ayrıldı.” [Müslim,
Fezâilu´s-Sahâbe 229, ( 2545).]
Rezîn şu ilavede bulundu : “Haccâc ( bilahare) demiş ki : “Ben
Esmâ´ nın yanına onu üzmek için girmiştim, ama o beni üzdü.”[186]
AÇIKLAMA :
1- Daha önce ( 4454-4455) açıkladığımız üzere Hz. Abdullah
İbnu´z-Zübeyr, Hz. Muâviye radıyallahu anh´ın vefatından sonra oğlu
Yezîd´e biat etmeyip Mekke´de halifeliğini ilan etmiş idi. Sadedinde
olduğumuz hadis, Haccâc´la yaptığı savaşta, şehid düşen Abdullah´ın
cesedine yapılan bed muameleyi aksettirmektedir. Haccâc, hakaret
maksadıyla Akabatu´l-Medine denen mahallede[187] bir ağaca tepesi aşağı
astırıp teşhîr etmiştir. Abdullah İbnu Ömer ( radıyallahu anhüma)
cesedi hürmetle karşılayıp selam vermiştir. O sırada sarfettiği
sözlerden, İbnu Ömer´in, Abdullah İbnu Zübeyr´e halife olma hususunda
arzu izhar edip Emevîlerle nizaya girmemesini tavsiye etmiş olduğunu
anlamaktayız. Ama İbnu´z-Zübeyr, onu dinlememiş, sonu elemle biten bir
kararda ısrar etmiştir.
2- Abdullah İbnu Ömer´in, İbnu Zübeyr hakkında ifade ettiği savvam,
kavvam övgüsünü anlamamıza Taberânî´nin bir rivayeti yardımcı olur :
“İbnu´z-Zübeyr bütün sene oruç tutar, bazan hiç iftar etmeden birkaç gün
üst üste oruç tutardı. Geceleri de namazla ihya eder, çoğu kere vitir
namazında Kur´ân´ı hatmederdi. Haccâc, bütün bu haline rağmen onu,
“ümmetin en kötüsü” diyerek asmıştır. Abdullah İbnu Ömer´in : “Vallahi
en kötüsü sen olan bir ümmet en hayırlı ümmettir” sözü, Haccâc´a bir
cevap olmaktadır.
3- Hz. Esmâ´nın Zâtunnitakeyn, iki kuşaklı lakabı, Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiş bir lakaptı. Hicret
hazırlığı sırasında, deve hazırlanırken, yol azıklarının deveye
yüklenmesi anında birkısım eşyanın ( yiyecek ve içeçecek
malzemelerinin) bağlanması gerekmiş, şartlar icabı zaman darlığı olduğu
için Esmâ ( radıyallahu anhâ), zekasını kullanıp, kuşağını çıkararak
ikiye bölmüş, bir yarısı ile eşyalar bağlanmış, diğer yarısını da tekrar
beline bağlamıştır. Onun bu pratik zekasından memnun kalan Fahr-ı
Kâinat, muhterem baldızlarına Zatunnitakeyn ( iki kuşaklı) lakabını
takarak iltifat buyurmuşlardır. Esmâ validenin, o fırsatta Haccâc´a bunu
açıklama ihtiyacını duymasından anlıyoruz ki, Haccâc, İbnu´z-Zübeyr (
radıyallahu anhümâ)´e “İbnu Zatunnitakeyn” diyerek hakaret etmiştir.
Hz. Ebu Bekri´s-Sıddîk´in kızı olmaya bihakkın layık Zâtunnitakeyn Esmâ
radıyallahu anha validenin cesaret ve fetâneti karşısında hayran
kalmamak mümkün mü
4- Hadis, Abdullah İbnu´z-Zübeyr ( radıyallahu anhüma)´in o savaşta
haklı olduğunu göstermektedir. İslâm uleması da bu hususta ittifak eder.
Halifeliğini ilan edince kendisine biat edilmiş, Haccâc ve diğer Emevî
taraftarları ona isyan edip şehit olmasına müncer olan hâdiselere sebep
olmuşlardır. Abdullah İbnu Ömer, ona olan takdirlerini ifade etmekten
çekinmemiş, Haccâc´ın kulağına gideceğine aldırmamıştır.
5- Ulemâ, hadisten hareketle, kabirdekilere selam vermenin, bunu üç kere
de tekrar etmenin, ölenleri hayırlı yönleriyle yadetmenin müstehab
olduğuna hükmetmiştir.[188]
* HACCAC
ـ4822 ـ1ـ عن الزُّبير بن عدي قال : ]دَخَلْنَا عَلى أنَسِ بْنِ مَالِك
رَضِيَ اللّهُ عَنْه فَشَكَوْنَا إلَيْهِ مَا نَلْقَى مِنَ الْحَجَّاجِ.
فقَالَ : اصْبِرُوا، فإنَّهُ َ يَأتِى عَلَيْكُمْ زَمَانٌ إَّ وَالَّذِى
بَعْدَهُ شَرٌّ مِنْهُ حَتّى تَلْقَوْا رَبَّكُمْ. سَمِعْتُ هذَا مِنْ
نَبِيِّكُمْ #[. أخرجه البخاري والترمذي .
1. ( 4822)- Zübeyr İbnu Adiy ( rahimehullah) anlatıyor : “Hz. Enes
İbnu Mâlik ( radıyallahu anh)´in yanına girdik. Haccâc´ın bize
yaptıklarını şikayet ettik.
“Sabredin, buyurdu. Zîra öyle günlerle karşılaşacaksınız ki, her yeni
gün, gidenden daha kötü olacak. Bu hal Rabbinize kavuşuncaya kadar devam
edecek. Ben bunu, Resûlünüz ( aleyhissalâtu vesselâm)´den işittim.”
[Buhârî, Fiten 6; Tirmizî, Fiten 35, ( 2207).][189]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis, Haccâc´ın zulmünü belirtmeye ayrılmıştır. Haccâc, Emevî
halifelerinden Abdülmelik İbnu Mervân ve oğlu Velid zamanında Irak ve
Horasan valiliği yapmış, sert ve zalimâne muameleleri sebebiyle zalim
lakabıyla meşhur olmuştur. Taiflidir ve Benî Sakîf´tendir. Bu sebeple
Sakafî diye nisbeti de vardır. Hicrî 75 yılında 54 yaşında ölmüştür.
Şa´bî, onun sert muamelesini belirtme sadedinde şu kıymetli bilgiyi
sunar : “Hz. Ömer ve kendinden sonra gelenler, asi olan kimseyi tutup,
sarığını çıkararak halka teşhir ederlerdi. Bu hal Ziyâd´a kadar devam
etti. O, cinayetlere kamçı ile vurma cezası getirdi. Daha sonra Mus´ab
İbnu Zübeyr buna sakalı traş etmeyi de ilave etti. Bişr İbnu Mervan,
caninin elini çivi ile çakmaya başladı. Haccâc gelince : “Bütün bu
cezalar ( ciddiyetten uzak) eğlencedir!” dedi ve kılıçla öldürme cezası
getirdi.” Müteakip hadiste görüleceği üzere Haccâc´ın kılıçla ölüm
cezasına mahkûm ettiklerinin sayısı 120 bini bulmuştur.
2- Hadiste her gelen günün giden günü aratacağı ifade edilmekte ve
karşılaşılan menfi durumlar karşısında en çıkar yolun sabretmek olduğu
belirtilmektedir. İbnu Mes´ud´un şöyle dediği rivayet edilmiştir :
“Dün bugünden hayırlıdır, bugün yarından hayırlı olacak. Bu hal kıyamete
kadar devam edecek.”
İbnu Battâl der ki : “Bu hadis, Resûlullah´ın nübüvvetinin
delillerinden biridir; bir mucizedir. Zîra, ümmetin halinin bozulacağını
haber vermektedir. Bu ise gayba ait bir haldir, re´y ile bilinemez,
vahiyle bilinebilir.
Hadiste her gelen günün bir öncekine nazaran kötü olacağı mutlak bir
üslupla ifade edilmiştir. Halbuki zaman zaman eskiye nazaran iyi günler
yaşanmıştır. Bu hal bir tezad olarak görülmüştür. Nitekim, Ömer İbnu
Abdilaziz, Haccâc´dan az sonra gelmiş ve gerçekten ümmete hayırlı günler
yaşatmıştır. Onun günlerinin önceki günlerden daha kötü olduğunu
söylemek mümkün değildir. Hatta onun zamanında şerrin kalmadığını bile
söylemek mümkündür. Bu durumu nazar-ı dikkate alan Hasan Basrî
hazretleri, hadisin hükmünü ekser ve ağleb duruma göre diye te´vil
etmiştir. Haccâc´dan sonra Ömer İbnu Abdilaziz´in gelmesi sorulunca da :
“İnsanların bir nefes alması gerekir!” diye cevap vermiştir.
Temas edilen müşkile bazı alimler : “Tafdilden murad, asırların
mecmuunun asırların mecmuuna tafdilidir. Zîra Haccac asrında çok sayıda
Sahabe vardı. Ömer İbnu Abdilaziz´in asrında, onlar münkariz oldular.
Sahabenin yaşadığı zaman, kendinden sonra gelen zamandan hayırlıdır.
Nitekim “Asırların en hayırlısı benim asrımdır. Bundan sonra onu takip
eden asır gelir. Onu da daha sonraki asır takip eder” hadisi bu hususu
te´yid eder. Şu hadis de bu hususta kayda değer : Ashabım ümmetimin
güvencesidir. Ashabım gitti mi vaadedilen ( fitneler) ümmetimin başına
gelecektir.” İbnu Hacer´in İbnu Mesud´dan kaydettiği bir hadiste yer
alan tasrihat, mevzuyu daha açık hale getiriyor. Gelecek kötülükten
murad ilmin gitmesidir : “Size artık gittikçe daha kötü olan günler
gelecek. Bu hal kıyamete kadar devam edecek. Burada, yaşayışınıza
gelecek sıkıntıları kasdetmiyorum, hadis bunu ifade etmez. Lakin, size
her gelen gün ilim cihetiyle gidenden daha düşük olacaktır. Alimler
gittimi insanlar müsavileşir, ma´rufu emretmezler, münkerden
yasaklamazlar. İşte bu durumda helak olurlar.” İbnu Mes´ud´un, bir başka
tarikten şöyle dediği rivayet edilmiştir. “…Biz bereketli bir yıl
yaşamıştık. Dedi ki : “Bunu kasdetmiyorum. Kasdettiğim şey ulemanın
gitmesidir.” Bir başka hadiste de : “…Size daima eskisinden daha
kötü günler gelecek. Ancak bu kötülükle emîrlerinizin kötülüğünü
kasdetmiyorum. Fakat alimlerinizi, fakihlerinizi kastediyorum. Bunlar
gidiyorlar, sizler onların yerine yenisini bulamayacaksınız. Bunlar
yerine kendi reyleriyle fetva verecekler geliyor.” Bu hadisin bir başka
veçhinde : “…Ben bununla yağmurun bolluk veya darlığını
kasdetmiyorum, fakat ulemanın gitmesini kastediyorum. Bunlar gidince
kendi reyleriyle fetva verecek bir kavim gelecek. Bunlar İslam´ı delip
helak edecekler.”
Deccal´den sonra İsa aleyhisselam´ın gelme hâdisesi de hadise zıt
bulunmuştur. Ancak Kirmânî bu müşkili şöyle cevaplar : “Hadisten
murad, Hz. İsa´dan sonra gelecek zamandır veya içinde umeranın
bulunacağı zaman cinsidir. Aksi takdirde, dinimizde zaruri olarak
bellidir ki, masum peygamber devrinde şer yoktur.”İbnu Hacer, bu
nakillerden sonra ilave eder : “Zamanlardan murad Deccal ve ondan
sonrakiler gibi kıyametin büyük alâmetlerinin zuhurundan önceki zamanlar
olması da muhtemeldir. Böylece, şerde üstün olan zamandan murad,
Haccâc´dan Deccal´e kadar geçecek zaman olur. Hz. İsa´nın zamanı ise,
ayrı bir hükme tabidir. Doğruyu Allah bilir.” Mezkur zamanlarla
kastedilen şey Sahabelerin devri de olabilir. Zîra, bunun muhatabı
onlardır, hüküm onlara has olur. Böyle olursa, onlardan sonra gelecekler
mezkur haberde kastedilmemiş olur. Ancak, Ashab bunu kendilerine mahsus
olarak değil, bütün ümmeti ilgilendiren bir hüküm olarak anlamıştır. Bu
anlayış sebebiyledir ki, Hz. Enes, kendisine Haccâc´ dan şikayet edene
bu tarzda cevap vermiş ve sabır tavsiye etmiştir. Onların tamamı veya
çoğunluğu Tabiin´dendi.
İbnu Hibban, Sahih´inde, “Yeryüzü zulümle dolduktan sonra adaletle
dolacağını ifade eden Mehdi hadislerini gözönüne alarak, Enes hadisini
âmm hükmüyle almamak gerektiğini” istidlal eder. Ancak ben, sadedinde
olduğumuz hadisi tefsirde işe yarayacak olan ve de İbnu Mes´ud´dan gelen
bir kaydı, Darimi´nin Müsned´inde hasen senedle gelen bir rivayette
buldum. Der ki :
“Size her yeni gelen yıl öncekinden daha kötüdür. Ancak ben bu sözümde bir tek yılı kastedmiyorum.”[190]
ـ4823 ـ2ـ وعن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # : في ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ[. أخرجه الترمذي .
وقال يُقَالُ : الكَذَاب المختار بن أبى عبيد، والمبير الحجاج بن يوسف .
2. ( 4823)- İbnu Ömer ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : “Resululah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki :
“Sakif´ten bir yalancı, bir de zalim çıkacaktır.” [Tirmizî, Fiten 44, ( 2221).][191]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis 4821 numarada geçen uzun bir hadisin parçasıdır. Orada
gerekli izah yapıldığı için, burada iki noktaya temas edeceğiz :
1) Mübir : Yıkıcı, helak edici mânasına gelir ise de zalim olarak
tercüme ettik. Çünkü yıkma, helak etme de zalime mahsus bir haldir,
zalimin vasfıdır. Üstelik bununla kastedilen şahıs da Haccâc´dır ve
ümmet ona zalim demekte, onu bu vasıfla anmakta ittifak etmiştir.
2) Yalancıya gelince; onun da Muhtar İbnu Ebî Ubeyd es-Sakafî olduğu
kabul edilmiştir. Bu herif, Hz. Hüseyin´in şehit edilmesinden sonra
zuhur etmiş, halkı onun kanının intikamını almaya çağırmıştır. Bu işte
asıl maksadının, insanların yüzünü kendine çevirmek, bu suretle emîrlik
ele geçirmek olduğu anlaşılmıştır. Dünyayı talep ettiği halde, asıl
maksadını başka bahanelerle gizlemeye çalışmıştır. Babası büyük
sahabelerdendi. Hicret yılında doğan Muhtar´ın sohbeti yoktur, rivayeti
de yoktur. Abdullah İbnu İsmet, hakkında : “Bu, Resulullah´ın :
“Sakif´ten bir yalancı çıkacak” hadisiyle haber verdiği yalancıdır”
demiştir. Önceleri fazilet, ilim ve hayırla meşhur idi. Bu hali Abdullah
İbnu Zübeyr´i terkedinceye kadar devam etti. O andan itibaren gizlediği
hali ortaya çıktı. Emîrlik talep etti ve içinde gizlediği bozuk
fikirlerini, sapık inançlarını, hevâsını açığa vurdu. Böylece dine
muhalif pek çok yönleri ortaya çıktı. Sahtekârlıklarını, kendisine
Cebrail´in vahiy getirdiğini söyleyecek kadar ileri götürdü. Bu halini
hicrî 62 yılında öldürülünceye kadar sürdürdü.[192]
ـ4824 ـ3ـ وعن هِشام بْنِ حِسَانِ قالَ : ]أُحْصِىَ مَا قَتَلَ
الْحَجَّاجُ صَبْراً فَوُجِدَ مِائَةُ ألْفٍ وَعِشْرُونَ ألْفاً[. أخرجه
الترمذي.قوله »صَبْراً« المراد به كل من قتل في غير حرب و اختس كمن تضرب
عنقه أو يحبس الى أن يموت أو يصلب أو نحو ذلك من هيْئاتَ القتل فهو مقتول صبراً .
3. ( 4824)- Hişam İbnu Hısan rahimehullah anlatıyor : “Haccâc´ın
hükmen öldürttüğü insanların miktarı sayılmış, 120 bin kişiye ulaştığı
görülmüştür.” [Tirmizî, Fiten 43, ( 2221).][193]
AÇIKLAMA :
Sabran öldürme; savaş ve kavga sırasında veya hataen olmaksızın icra
edilen öldürmeye denir. Buna hükmen diyebiliriz. Harp esirleri ve
suçlulara uygulanan öldürme vakaları sabran öldürmedir. Sadedinde
olduğumuz rivayet Haccâc´ın zulmünün büyüklüğünü göstermeye
kafidir.[194]
* BENÎ MERVAN
ـ4825 ـ1ـ عن سعيد بْنِ عَمْرُو بْنِ سعيدِ بْنِ الْعَاصَ قَالَ :
]أخْبَرَنِى جَدِّى قَالَ : كُنْتُ جَالِساً مَعَ أبِى هُرَيْرَةَ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه في مَسْجِدِ الْمَدِينَةِ وَمَعَنَا مَرْوَانُ. فقَالَ أبُو
هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه : سَمِعْتُ الصَّادِقَ الْمَصْدُوقَ #
يَقُولُ : هَلَكَةُ أُمَّتِى على يَدَيْ أُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ.
قَالَ مَرْوَانُ : لَعْنَةُ اللّهِ عَلَيْهِمْ؛ فقَالَ أبُو هُرَيْرَةَ :
لَوْ شِئْتُ أنْ أقُولَ فَُنُ وَفَُنُ لَفَعَلْتُ. قَالَ سَعِيدٌ
رَحِمَهُ اللّهُ : فَخَرَجْتُ مَعَ جَدِّى الى الشَّامِ حِينَ مَلَكَهُ
بَنُو مَرْوَانَ، فإذَا رَآهُمْ غِلْمَاناً أحْدَاثاً قَالَ : عَسى أنْ
يَكُونَ هؤَُءِ الَّذِينَ عَنَى أبُو هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه.
فَقُلْتُ : أنْتَ أعْلَمُ[. أخرجه البخاري.»الصَّادِقُ وَالْمَصْدُوقُ«
هو النبي #، صدق في قوله وما أخبر به، وصُدِّق فيما جئ به إليه من
الوحي.و»أُغيلمةٌ« تصغير غلمة.
1. ( 4825)- Said İbnu Amr İbni Said İbni´l-As anlatıyor : “Ceddim
bana dedi ki : “Ben Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) ile beraber Medine
mescidinde oturuyordum. Yanımızda Mervan da vardı. Bir ara Ebu Hüreyre (
radıyallahu anh) :
“Ben, sadık ve masduk olan Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle buyurduklarını işittim :
“Ümmetimin helak olması Kureyş´e mensup [aklı kıt] bir grup çocukcağızın elleriyledir!”
Mervan : “Allah onlara lanet etsin!” dedi. Ebu Hüreyre der ki :
“Eğer ben dileseydim falan falan diye onları teker teker ismen sayardım.” Said rahimehullah dedi ki :
“Ben, Benî Mervan iktidar olduğu zaman dedemle birlikte Şam´a gittim. Orada onları genç oğlanlar olarak görünce :
“Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh)´nin kastettiği bunlar olmasın ” dedi.
Ben de : “Sen daha iyi bilirsin” dedim.” [Buhârî, Fiten 3, Menakıb
25.][195]
AÇIKLAMA :
1- Bir rivayette : “Ben Resulullah´tan iki dağarcık ilim aldım. Birini
rivayet ediyorum. Diğerini de rivayet etsem boynumu vurursunuz” diyen
Ebu Hüreyre´nin bu ikinci dağarcığı hakkında bir ipucu veren rivayetiyle
karşı karşıyayız. Bu ve bunu açıklama sadedinde kaydedeceklerimizden
anlaşılacaktır ki Ebu Hüreyre, Aleyhissalâtu vesselâm´dan fitnelerle
ilgili teferruatlı bilgiler edinmiş, fakat rivayet etmede çok ihtiyatlı
davranmıştır. Bu rivayet, fitnecileri Ebu Hüreyre´nin ismen bildiğine
delalet etmektedir.
2- Hadiste geçen uğaylime, “ğılme” kelimesinin ism-i tasğîridir. Gılme
ise ğulâmın çoğuludur. Gulam, doğumbüluğ arası çocuğa denir. Şu halde,
çocukcağızlar demek olur. Ancak İbnu Hacer, büluğa ermiş bile olsa akıl,
tedbir ve diyanet yönüyle zayıf olan kimselere de sabiy ( çocuk) veya
guleym dendiğini, hadiste bu kelimenin bu mânada kullanıldığını
belirtir. “Çünkü, der, Benî Ümeyye halifelerinden hiçbiri büluğa ermeden
halife olmuş değildir. Keza işbaşına koydukları arasında da büluğa
ermemiş çocuk yoktur. Öyleyse uğaylime´den murad hilafete getirilen
bazılarının, fesada sebep olan evladlarıdır.”
3- Hadiste geçen ümmetten murad, kıyamete kadar gelecek olan ümmet değil, sadece o asırdaki ümmettir.
Bu hadisi daha iyi anlamada, Ebu Hüreyre´nin bir başka merfu rivayeti
İbnu Ebî Şeybe´de gelmiştir : “Çocukların emîrliğinden Allah´a
sığınırım.” Sordular : “Çocukların emîrliği de nedir ” dedi ki :
“Onlara itaat edecek olsanız ( dininizde) helak olursunuz, isyan edecek
olsanız sizi helak ederler ( yani dünyanızı mahvederler; ya canınıza
kıyarlar veya malınıza yahut da her ikisine).” Yine İbnu Ebî Şeybe, Ebu
Hüreyre ile ilgili olarak şu rivayeti kaydetmiştir : “Ebu Hüreyre
çarşı pazar gezerken : “Allahım bana ne altmış senesini ne de
çocukların emirliğini gösterme” diye dua ederdi.
İbnu Hacer der ki : “Bu rivayette, çocukların ilkinin altmış senesinde
iktidar olacağına işaret vardır. Nitekim öyle de olmuştur. Zîra Yezid
İbnu Muâviye o yılda hilafeti ele aldı ve altmış dört yılına kadar devam
etti. Ölünce oğlu Muaviye halife oldu. Birkaç ay içinde öldü. Ebu
Hüreyre´nin ihbarını Yezid´in hali te´yid eder mahiyettedir. Çünkü,
büyük merkezlerdeki yaşlıları azlederek, kendi yakını olan gençleri iş
başına getirip, idari kadroyu gençleştirmiştir.
4- Bu rivayet, Ebu Zür´a´nın Ebu Hüreyre´den rivayet ettiği “Halkı
Kureyş´ten şu kabile helak edecek” hadisini tahsis eder. Zîra burada
Kureyş´in tamamı değil, bazısı kastedilmiştir. Bunlar da gençlerdir,
tamamı değil. Öyleyse hadisten murad şudur : “Bu gençler, iktidar
talep ederek bu yolda savaşlar yaparak halkın ahvalini bozup insanları
helake atarlar, fitnelerin peşpeşe devamı suretiyle zarardide olanlar
çoğalır.” Nitekim fiiliyat, aynen Aleyhissalâtu vesselâm´ın haber
verdiği şekilde cereyan etti. Yukarıdaki hadisin devamında “İnsanlar
onları terkederlerse ( kendileri için daha iyi olur)” buyrulmakta.
Resulullah o çeşit fitnelerde kenara çekilmeyi tavsiye etmiştir. İbnu
Hacer kenara çekilmeyi “Onlara müdahale etmemek, onlarla kavgaya
girişmemek, dinini fitneden kaçırmak” diye açıklar ve “Bu hadisten
masiyetin alenen işlendiği yerden göç etmenin müstehab olduğu hükmü
çıkarılmıştır. Çünkü bu, umumi felaketin gelmesine sebep olan fitneye
düşmeye sebeptir.”der. İmam Malik : “Bir yerde münker alenen işlenirse
orası terkedilir” diye hükmetmiştir.
5- İbnu Battal demiştir ki : “Bu hadiste de zalim bile olsa sultana
isyan etmemek gerektiğine delil vardır. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm,
Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh)´ye bunların ve babalarının ismini
öğretmiştir. Fakat, -ümmetinin helaki onlar eliyle olacağını haber
vermiş olmasına rağmen- onlara isyan etmelerini emretmemiştir. Çünkü
isyan, helak yönüyle itaat etmeye nisbetle daha çok helak edici ve
tamamen yok olmaya daha yakındır. Böylece iki fenalıktan daha hafifini
iki zorluktan daha kolayını tercih etmiş olmaktadır.”
İbni Hacer son olarak der ki : “Zahirde kendi evlatları olmasına
rağmen Mervan´ın bu “oğlancağızlar”a lanet etmesi hayret veren bir
husustur. Sanki Cenab-ı Hak Hazretleri, bunu onun diliyle icra etti. Ta
ki, aleyhlerine daha şiddetli bir delil teşkil etsin; ola ki ibret
alırlar.” İbnu Hacer, Mervan´ın babası Hakem´in de lanette bulunduğuna
dair Taberanî ve diğer kitaplarda rivayet geldiğini kaydeder.[196]
ـ4826 ـ2ـ وعن حُذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #
: احْصُوا لِى كَمْ يَلْفَظُ بِا“سَْمِ. قُلْنَا : يَا رَسُولَ
اللّهِ! أتَخَافُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ مَا بَيْنَ السِّتِّمِائَةِ الى
السَّبِعْمِائَةِ؟ قَالَ : إنَّكُمْ َ تَدْرُونَ، لَعَلَّكُمْ أنْ
تُبْتَلُوا. قَالَ : فَابْتُلِينَا حَتّى جَعَلَ الرَّجُلُ مِنَّا َ
يُصَلِّي إّ سِراً[. أخرجه الشيخان .
2. ( 4826)- Hz. Huzeyfe ( radıyallahu anh) anlatıyor : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) ( bir gün) :
“Bana İslam telaffuz eden kaç kişi olduğunu sayıverin” buyurdular. Biz :
“Ey Allah´ın Resulü! Bizim sayımız altıyedi yüze ulaşmış olduğu halde
hakkımızda korku mu taşıyorsunuz ” dedik.
“Siz bilemezsiniz, ( çokluğunuza rağmen) imtihan olunabilirsiniz!”
buyurdular. Gerçekten öyle ( belaya maruz kalıp) imtihan olunduk ki,
içimizden namazını gizlice kılanlar oldu.” [Buhârî, Cihad 181; Müslim,
İman 235, ( 149).][197]
AÇIKLAMA :
1- Bu hadis, nüfus sayımı ile alakalıdır. Resulullah ( aleyhissalâtu
vesselâm)´ın, hayatî korku mevzubahis olmadan bile sayım emrettiğini
göstermektedir. Hadisin Buharî´de gelen bir veçhinde; “sayın” şeklinde
değil اكتبوا yani “yazın!” şeklindedir. Demek ki teker teker yazıya
dökülen bir sayma mevzubahistir. Hudeybiye ile ilgili rivayetlerde,
oraya iştirak edenlerin sayısı 1500, 1400, 1300 kişi arasında
değişmektedir. Bir Buharî rivayetinde “Muhacirlerin sekizde birini Eslem
kabilesinden olanların teşkil ettiği” belirtilir. Buradan hareketle
Muhacirlerin sayısını vermeye çalışan İbnu Hacer, Vâkidî´nin bir
rivayetinde Eslemlilerin 100 kişi olduğunun belirtildiğini söyleyerek
Muhacirlerin orada 800 kişi olduklarına hükmeder.
2- Huzeyfe ( radıyallahu anh)´nin bahsettiği ibtila ve imtihan ne zaman
oldu Bu, alimleri muhtelif görüşler ileri sürmeye sevketmiştir :
* İbnu´t-Tin, bunun Hendek kazma sırasında yaşandığında cezmetmiştir.
* Davudî şu ihtimali hikaye etmiştir : “Müslümanlar Hudeybiye´de iken
olmuştur. Çünkü sayıları hususunda bin beş yüz mü idiler, bin dört yüz
mü idiler, ihtilaf edilmişti.”
* Huzeyfe´nin “imtihan olunduk…” sözüyle Hz. Osman´ın hilafetinin
sonlarında, Kûfe emîrlerinden Velid İbnu Ukbe gibi bazılarından vaki
olan hallere işaret de olabilir. Onlar zamanında namaz te´hir edilmiş
veya icap ettiği tarzda kılınmamıştır. Bu sebeple bir kısım vera
sahipleri namazlarını tek başlarına ve gizlice kılmışlar, sonra da fitne
korkusuyla mescidde emîrle birlikte kılmışlardır.
* Şöyle diyenler de olmuştur : “Bu korku hali, Hz. Osman´ın sefer
namazını dört kıldığı zaman olmuştur. Çünkü bazıları gizlice tek başına
iki kılıyorlardı, tenkid edilir korkusuyla alenen kılamıyorlardı.”
* “Bu, Hz. Osman´ın şehid edildiği sıraya rastlar” diyen de olmuştur.
Ancak İbnu Hacer, “O esnada Huzeyfe ( radıyallahu anh) Medine´de
değildi” der ve bunun bir vehim olduğunu söyler ve ilave eder :
** “Bu hadiste, Resulullah´ın istikbali ihbar nevine giren bir mucizesi
vardır. Nitekim Huzeyfe´den sonra Haccâc ve diğerleri devrinde
belirtilenden çok daha şiddetli korkularla dolu zamanlar yaşandı.”[198]
ـ4827 ـ3ـ وفي أخرى لَهُمَا عنه قالَ : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # :
لَيَرِدَنَّ عَلى حَوْضِى أقْوَامٌ فَيُخْتَلَجُونَ. فَأقُولُ :
أصْحَابِى. فَيُقَالُ : إنَّكَ َ تَدْرِي مَا أحْدَثُوا
بَعْدَكَ[.»فَيُخْتَلَجُونَ« : أىْ يُجْذَبُونَ وَيُنْتَزَعُونَ .
3. ( 4827)- Sahiheyn´de yine Huzeyfe ( radıyallahu anh)´den gelen bir
rivayet şöyledir : “Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki :
“( Kıyamet günü, havz-ı kevserime bir kısım gruplar da gelecekler ki,
onlar oradan uzaklatşırılacaklar. Ben : “Onlar benim ashabımdır!”
diyeceğim. Fakat :
“Sen, onların arkandan neler işlediklerini bilmiyorsun!” denilecek.” [Buhârî, Rikâk 53; Müslim, Fezail 32, ( 2297).][199]
AÇIKLAMA :
Bu rivayette, Ashab´tan bir kısmının Resulullah´tan sonra bozulacağı
mânası çıkmaktadır. Kabisa : “Bunlar, Hz. Ebu Bekir zamanında irtidat
edip, Hz. Ebu Bekir´le mukatele edip, küfür üzerine öldürülenler”
demiştir. Ancak Hattabî der ki : “Sahabeden kimse irtidat etmemiştir.
İrtidat edenler, dinde nasipleri olmayan kaba bedevîlerdir. Dolayısıyla
bunlara bakarak meşhur sahabeyi ketmekmek caiz olmaz.” Hattâbî, bu
hükmüne, hadisin bazı vecihlerinde gelen اُصَيْحَابي “Ashabcıklarım”
tabirini delil göstererek : “Onların sayıca azlığına bu tabir
delildir” der. Başka alimler, meseleye farklı yorumlar getirmişlerdir :
* “Bu zahirî küfürdür. Ancak murad, kendisine icabet eden ümmet (
ümmetü´l-icabe) değil, davetine muhatap olan ümmettir ( ümmetu´dda´ve)”
diyen de olmuştur.
* İbnu´t-Tin : “Bunların münafıklar veya kebîre işleyenler olma ihtimali var” demiştir.
* Bazıları : “Bunlar ölüm korkusu, dünyaya erme ümidiyle İslam´a giren kaba bedevîlerdir” demiştir.
* Davudi : “Kebîre işleyenlerin, bid´ata düşenlerin buna dahil olması muhal değildir” demiştir.
* Nevevî der ki : “Bunlar münafıklardır, mürtedlerdir” dendi. Öyleyse
onların da mü´minlere mahsus alındaki ve abdest uzuvlarındaki nurdan
beneklerle haşrolunmaları caizdir, ama sonradan nurları söndürülür.”
* Dendi ki : “Onların üzerinde alâmet bulunması gerekmez, Müslüman bilinmeleri sebebiyle onlar da çağrılır.”
* “Onlar, İslam üzere ölen kebîre ve bid´atler ashabıdır. Böyle olunca
onların cehenneme gidecekleri kesinlikle söylenemez. Zîra, ceza olarak
önce Havz´dan tardedilip, sonra merhamet görmeleri de caizdir.”
* Onların alın ve diğer abdest uzuvlarında nurdan parlaklıklar olması,
bu alâmetleriyle Resulullah´ın onları -ister muasırı olsunlar, isterse
kendisinden sonra yaşayanlardan olsunlar- bu alâmetleriyle tanıması da
imkan harici değildir.
* İyaz ve el-Bâci ve diğer bir kısım âlimler, hadisin ravisi Kabîsa´ nın
yukarıda kaydettiğimiz “Bunlar, Aleyhissalâtu vesselâm´dan sonra
irtidat edenlerdir” şeklindeki görüşünü müreccah bulmuşlardır.
Resulullah´ın onları tanımış olması, onların üzerlerinde Müslümanlara
has olan alâmeti taşımalarını gerektirmez. Çünkü bu alâmet, Müslüman
amelini izhar eden İlahî bir ikramdır. Mürtedin ameli ise düşmüştür.
Öyleyse Resulullah´ın onları tanıması irtidatlarından önce taşıdıkları
alametleri itibariyle değil, şahısları itibariyledir. Keza, bu nokta-i
nazardan, onların, Aleyhissalâtu vesselâm zamanındaki münafıkların da
buraya dahil olmaları uzak bir ihtimal değildir. Şefaat hadisinde de
geçtiği üzere “Bu ümmet, içerisinde münafıkları olduğu halde varlığını
sürdürecektir.” Öyleyse bunlar bu işaretleri olmasa da ümmetle birlikte
haşrolunacaklar ve fakat zatları bilinecektir. Kim onun suretini
tanırsa, dünyada onu kendinden ayıran haliyle birlikte ona nida ederek
belli edecektir.
Bid´a ehlinin oraya girmesine gelince : Aleyhissalâtu vesselâm´ın,
kendinden sonra bid´alar işlemelerine rağmen onları, “Ashabım” diye
ifade etmesi uzak bulundu. Bu müşkil, sohbet kelimesinin umumi mânasına
hamliyle cevaplandırılmıştır.[200]
ـ4828 ـ4ـ وعن الْمُسَيْبِ بْنِ رَافع قال : ]لَقِيتُ الْبَرَاءَ بْنَ
عَازِبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما. فَقُلْتُ : طُوبَى لَكَ، صَحِبْتَ رَسُول
اللّهِ #، وَبَايَعْتَهُ تَحْتَ الشَّجَرَةِ. فقَالَ : يَا ابْنَ أخِى
إنَّكَ َ تَدْرِى مَا أحْدَثْنَاهُ بَعْدَهُ[. أخرجه البخاري.وقال : قال
خلف بن حوشب كانوا يستحبون أن يتمثلوا بهذه ا‘بيات عند الفتن : الحَربُ
أوَّلُ ما تَكُونُ فتِيةًتَسْعَى بِزِينَتِهَا لِكُلِّ جَهُولِحَتّى إذَا
اشْتعَلَتْ وَشَبَّ ضِرَامُهَاوَلَّتْ عَجُوزاً غَيْرَ ذَاتِ
حَلِيلِشَمْطَاءُ يُنْكَرُ لَوْنهَا وَتَغَيَّرَتْمَكْرُوهَةً لِلشَّمِّ
وَالتَّقْبِيلِ
4. ( 4828 )- Müseyyeb İbnu Râfi anlatıyor : “Bera İbnu Âzib ( radıyallahu anhümâ)´e rastladım. Kendisine :
“Sana ne mutlu! Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´la sohbet şerefine
erdin. O´na ( Hudeybiye´de) ağaç altında biat ettin!” demiştim. Bana
şu cevapta bulundu :
“Ey kardeşimoğlu! Biz ondan sonra ne bid´alar işledik sen bilemezsin.” [Buhârî, Megâzî, 35.][201]
AÇIKLAMA :
1- Hadis, Tabiin´in Ashab´a olan gıptasını göstermekte, Resulullah´ı
görmenin, Sahabi olmanın şerefini takdir ettiklerini ifade etmektedir.
Sahabinin cevapta tevazu yolunu ihtiyar ederek, izhar ettiği kemali,
üstelik cereyan eden birkısım dahilî hâdiseler sebebiyle, Allah´a iltica
ve tazarrularını ve akibetlerinden endişelerini göstermektedir ki, bu
bir başka kemalin ifadesidir.
2- Sadedinde olduğumuz hadisin sonunda, fitne zamanında okunmasının
müstehap addedildiği belirtilen şiir, Buharî´de yer almaktadır. mânası
şöyledir :
“Harp, başlangıçta her cahil erkeğin gözüne zinetiyle koşan genç bir kız olur.
Nihayet tutuşup, yakacaklarını yaktığı zaman,
Talibi olmayan ihtiyar bir karıya döner.
Saçları kırçıllaşmış, çirkin, koklanıp öpülmek istenmez.”
İbnu Hacer, bu beytin bazı nüshalarda İmru´l-Kays´a nisbet edildiğini,
ancak tahkikte Amr İbnu Ma´dikerb´e ait olduğunun anlaşıldığını
belirtir.
Bu beyti sunan bir rivayette Hz. İsa´dan şu tavsiye kaydedilir :
“Krallar size hikmeti bıraktıkları gibi, siz de dünyayı bırakın ( onlarla dünya kavgası yapmayın.)”[202]
* SAHABE VE FİTNE HAREKETLERİ
Fitne ile ilgili olan bu bölümü mütemmim iki parça ile kapatacağız :
Birincisinde fitne hâdiselerinde Sahabe´nin tutumu tahlil edilecek,
fitne hâdiselerine iradî olarak girmedikleri, hâdiselerin onlar dışında
bir tezgahlama olduğu gösterilecektir.
İkincisinde, fitne hâdiselerinin hikmeti açıklanmaktadır.[203]
Fitnede Sahabe´nin Tutumu
Bilindiği üzere, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in vukua
geleceğini haber verdiği fitneler, daha Sahabe devrinde çıkmaya
başlamıştır. Hz. Ömer´in şehadetiyle başlayan ilk kımıldamalar, esas
itibariyle el-Fitnetü´l-Kübrâ denen Hz. Osman´ın şehadetiyle şiddet ve
vüs´at kazanmıştır. Pekçok Müslümanın ölümüne sebep olan Cemel, Nehrevan
ve Sıffîn vakaları bu fitne hareketlerinin sebep olduğu mühim
hâdiselerdir. Şüphesiz burada o hâdiselerin tarihini anlatacak değiliz.
Ancak bu hâdiselerle alâkalı olarak bilinmesinde bizim için ibretler,
faydalar bulunan bazı durumlar, teferruatlar var ki onlar dikkatten
kaçmaktadır. Biz mühim addettiğimiz birkaç noktaya dikkat çekmeye
çalışacağız.[204]
1- Fitne Hâdiselerini Sahabeler Çıkarmadı
Sahabe zamanında cereyan eden hâdiseler mevzubahis olunca dikkatten
kaçan mühim hususlardan biri budur. Bu nokta iyi ve net bilinmezse
Sahabeler hakkında yanlış birkısım kanaatler beslemek, hatalı sözler
söylemek mümkündür ve bugün Müslümanlar arasında bu çeşit durumlar,
maalesef, fiilen mevcuttur. Halbuki, fitnenin çıkışı ile Ashab´ın hiçbir
alâkası yoktur. Ashab dışındaki birkısım münafıklar hâdiseleri
tezgahlayıp tahrik etmişler, Ashab da ister istemez kendini bu vakaların
içinde bulmuştur. Şöyle ki :
Kısa zamanda, İslam´ın kaydettiği fütuhatlar, kazandığı zaferler
sebebiyle, İslam´ın gittiği Mısır, İran, Suriye gibi yerlerde pekçok
kimseler eski düzenlerinin bozulması sonucu menfaatlerini
kaybetmişlerdi. Bunlar Müslümanlara karşı intikam hisleri ile dolu
idiler. Ne var ki, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkmak mümkün
değildi. Müslüman gözükerek ortalığı karıştırmak daha uygun bir metoddu
ve öyle yaptılar.
O devirde vukua gelen hâdiselerin çıkışından gelişmesine,
tahrikçilerinden karşı koyanlarına ve karşı koyuşta takip ettikleri tarz
ve metodlara varıncaya kadar bizim için ibret olabilecek yönleri var.
Ashab´ın, hâdiselere alâkası bunlardan biridir. Onların, hâdiselerin
çıkışından itibaren pek az hisse sahibi olduklarını, hep gayr-i iradî
olarak sürüklendiklerini birkaç meseleye parmak basarak göstermeye
çalışacağız : [205]
a- Fitneyi Çıkaranlar : Söylediğimiz gibi, Ashab devrinin
hâdiselerinin gerçek müsebbibleri, İslâm´ın getirdiği yeni idare
sebebiyle menfaatleri haleldâr olan, İslâm´a karşı kin ve hasetle dolan
kimselerdir. Bu işleri tezgahlayan baş mürettibin Abdullah İbnu Sebe
adında bir Yahudi dönmesi olduğunu bilmek bile mesele hakkında kabaca
bir bilgi verir. Onun faaliyetlerini ve fitnedeki rolünü biraz detaylı
bilmek ise, mevzumuzu oldukça aydınlatır.
Abdullah İbnu Sebe kimdir İslâm tarihinde Hz. Osman´dan bu yana akan
kardeş kanlarında asıl hissenin sahibi olan bu adam bir Yahudidir. Onun
attığı fitne bugün bile tesirini icra etmektedir. Hakkında şahsî
yorumdan ziyade, büyük alim Taberî´nin ( vefatı hicrî 311) sunduğu
geniş malumattan bir parçayı aynen sunuyoruz. Der ki :
“Abdullah İbnu Sebe, San´alı bir Yahudi idi. Annesi siyah bir kadındı.
Abdullah, Hz. Osman´ın hilafeti sırasında Müslüman oldu. Sonra İslâm
memleketlerini dolaşarak halkı baştan çıkarmaya gayret etti. Bu
faaliyetlerine Hicâz´da başladı. Sonra sırayla Basra´ya, Kûfe´ye ve
oradan da Şam´a geçti. Fakat Şam ahalisi nezdinde arzularından hiçbirine
muvaffak olamadı. Hatta Şamlılar onu Şam´dan sürüp çıkardılar.
İbnu Sebe, Şam´dan çıkarılınca Mısır´a geldi. Burada yerleşerek
faaliyetlerine devam etti. Ora halkına söyledikleri arasında şu da vardı
: “Hz. İsa´nın geri döneceğine inanıp da Hz. Muhammed´in döneceğini
reddedenlere şaşmak gerek. Cenab-ı Hakk Kur´ân-ı Kerîm´de “Herhalde o
Kur´ân´ı senin üzerine farz kılan ( Allah) seni ( tekrar) dönülecek
yere döndürecektir” ( Kasas 85) buyurmaktadır. Öyle ise, Hz. Muhammed
geri gelmeye Hz. İsa´dan daha çok hak sahibidir.”
Taberî´den naklimize burada kısa bir ara vererek hemen şunu belirtelim
ki, bu âyet, hicret sırasında nazil olmuştur. Dehhâk´tan gelen rivayete
göre, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´den Medine´ye
müteveccihen hicret ederken el-Cuhfe denen, Mekke´den dört merhalelik
mesafede bir mahalle geldiği zaman Mekke´den ayrılışın üzüntüsünü duyar
ve Mekke´ye, doğum yerine karşı bir iştiyak duyar. Cenab-ı Hakk Resûlünü
teselli için bu ayeti inzal ederek tekrar buraya geleceğini haber
verir.
Şimdi tekrar Taberî´den nakle dönüyoruz :
“İbnu Sebe´nin bu sözleri kabul gördü. Böylece o, ric´at ( tekrar
hayata dönüş) inancını Mısır ahalisi arasına sokmuş oldu. Bu mevzuda pek
çok münakaşalar oldu. İbnu Sebe başka görüşler sokmaya devam etti. Bu
meyanda diyordu ki : “Şimdiye kadar bin kadar peygamber geldi geçti.
Her peygamberin bir vasisi vardı. Ali de Hz. Muhammed´in vasisidir.”
İbnu Sebe bu görüşünü telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü : “Hz. Muhammed Hatemü´l-Enbiya´dır. Ali de Hatemü´l-Esfiya´dır.”
İbnu Sebe bunu da telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü : “Resûlullah
( aleyhissalâtu vesselâm)´ın vasîsine tecavüz ederek ümmetin işini
eline alan ve Hz. Peygamber´in vasiyetini yerine getirmeyen kimseden
daha zalim kim vardır “
Bu teşvişleri de piyasaya sürdükten sonra ( yakınlarına) şöyle dedi :
“Hilafeti Osman haksız olarak aldı. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu
vesselâm)´in vasisi ise meydandadır. Öyle ise ey insanlar bu işin
tashihi için kalkın, meseleyi uyandırın. Bu maksatla, umerâyı (
idarecileri) kötülemekle işe başlayarak kendinizi emr-i bi´lma´rûf ve
nehy-i ani´lmünkerle meşgul gösterin ki, halkın alâka ve taraftarlığını
kazanın ve sonra onları asıl meseleye çağırın…”
Bu şekilde yeterli sayıda adam ayarladıktan sonra dâilerini (
militanlarını) her tarafa gönderdi. Gittikleri yerlerde fesat işlerini
yürüten bu ajanlarla sıkı bir yazışma yaptı. Bunlar görüşlerini çok
gizli bir şekilde yayıyorlardı. Dışa karşı da emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i
ani´lmünker yapıyormuş görünümünü veriyorlardı. Bunlar da kendi
aralarında mektuplaşıyorlardı ve birbirlerine mektup gönderirken
ajanlarının yol dağarcıklarının içerisine iyice gizliyorlardı.
Her bölgede bulunan kimseler aynı titizlik ve gizlilik içerisinde
karşılıklı olarak, diğer bölgelerde bulunan adamlarıyla mektuplaşarak
herbiri kendi bölgelerinde yapılanları ( yeni gelişmeleri)
bildiriyorlardı. Her biri mektup geldikçe, bunu bölgesindeki bütün
hempalarına okuyordu.
Bu şekilde çalışmalarla propagandaları her tarafa ulaştı ve hatta
Medine´ye kadar dayandı. Bunlar açıkça söylediklerinden başka şeyler
peşinde koşuyorlar, gizlediklerinden başka şeyler izhar ediyorlardı. (
Yapılan propagandalarla başka yerler ahalisi o kadar kargaşa ve
huzursuzluk içinde gösterilmişti ki) her bölge halkı ( bu haberleri
duydukça) : “Çok şükür, diğer yerlerdeki belalardan ve keşmekeşlerden
azadeyiz, afiyetteyiz” diyorlardı. Medine´ye her taraftan bu huzursuzluk
haberleri geliyordu. Onlar da bu durum karşısında : “Çok şükür, başka
yerleri kasıp kavuran belalardan azadeyiz” diyerek hallerine
şükrediyorlardı.
Medine´de bu durumla karşılaşan Muhammed ve Talha, Hz. Osman´a çıkarak :
“Ey mü´minlerin emîri, insanların huzursuzluğu hakkında bize ulaşmış
olan haberler size de geldi mi ” dediler. Hz. Osman “Hayır, ben onlardan
sadece selamette oldukları hususunda haber almaktayım” dedi. Onlar,
hayır diyerek kendilerine ulaşan huzursuzluk vs. haberlerini anlattılar.
Hz. Osman, onlara “Siz benim yardımcılarım ve mü´minlerin de
şahidlerisiniz, ne yapmam gerekiyorsa söyleyin” der. Onlar da : “Biz
sana, itimat ettiğin kimselerden bazılarını diğer bölgelere göndererek
durumu tahkik ettirmeni tavsiye ederiz” dediler.[206]
Tahkîk Heyeti : Hz. Osman, yapılan tavsiye üzerine bir tahkik heyeti
teşkil ederek, başta Kûfe, Basra, Mısır, Şam olmak üzere her tarafa
muhakkikleri gönderir. Taşra ahalisine hitaben şu tamimi de yollar :
“Ben her yıl hacc mevsiminde valilerimle karşılaşırım. Başa geçeliden
beri ümmete emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerin hakim kılınmasına
gayret ettim. Şimdiye kadar bana intikal eden bir sızlanmada haklı
hakkını almıştır. Âmillerime ( valilerime) intikal eden haksızlıklara
da el konmuş, haklıya hakkı verilmiştir. Ne ben, ne ailem raiyyetten
fazla bir hakka sahip değiliz. Herhangi bir haksızlık oldu ise, hemen
terkedilecektir. Medine halkı bana, insanlardan bir kısmının haksız yere
hakarete uğrayıp dövülmekte olduklarını söylediler. Kim bizim
gıyâbımızda gizlice dövülmüş, hakarete uğramış ise, kim böyle bir
haksızlık iddia ediyorsa, hacc mevsiminde Medine´ye gelsin, hakkını
benden veya amillerimden alsın veya bağışlasın. Zîra Allah
bağışlayanları mükaafatlandıracaktır.” Bu mektup taşra vilayetlerde
okununca herkesi ağlattı. Halk Hz. Osman´a hayır duada bulundu.”[207]
Valilerle İstişare : Hz. Osman bununla da yetinmeyip, kendileriyle
istişarede bulunmak üzere valileri merkeze çağırır. Abdullah İbnu Âmir,
Muâviye, Abdullah İbnu Sa´d ( radıyallahu anhüm ecmain) gelirler.
Bunlarla birlikte Saîd İbnu´l-Âs ve Amr´ı da istişare meclisine alır.
Yine Taberî´den aynen takip edelim :
“Hz. Osman ( valilere) : “Söyleyin, nedir bu şikayet, bu şayia,
vallahi aleyhinize kabul görmesinden korkuyorum. Bunu tasdik etmek benim
nazarımda zor görünse de başkaları kolay kapılır” dedi. Valiler,
cevaben ona şunu söylediler : “Sana biz halktan haber getiriyoruz.
Tahkikçiler de çıkardın, onlar da getirdiler. Halktan kimse bizzat temas
kurarak, şifahen herhangi bir şikayette bulunmamaktadır. Hayır, Allah´a
kasem olsun, ( dedikoducular) doğru söylemiyorlar, dürüst hareket
etmiyorlar. Biz, bu duruma hiçbir sebep göremiyoruz. Sen, bununla
alâkalı bir kimseyi getirip kesin bir tavır alacak durumda da değilsin.
Ortada boş bir şayiadan başka bir şey yok. Bu şayia ile amel etmek, onu
ciddiye almak doğru olmaz.”
Bunun üzerine Hz. Osman “Öyleyse ne yapalım, bana yol gösterin” dedi.
Said İbnu´l-Âs söz alarak : “Bu uydurma bir şeydir, gizlice uydurulup
el altından yayılıyorlar. Hususî meclislerde bunlar konuşulup
büyütülüyor” dedi. Hz. Osman tekrar sordu : “Buna karşı tedbir ne
olmalı ” Saîd İbnu´l-Âs : “Bu kimseler araştırılmalı. Bu şayiaları
çıkaranlar öldürülmeli” dedi. Abdullah İbnu Sa´d da şunu söyledi :
“İnsanlara verilmesi gerekeni verince onların eda etmeleri gerekeni de
onlardan al. Zîra bu, onları bırakmandan hayırlıdır.” Hz. Muâviye de
şunu söyledi : “Sen beni vali tayin ettin ve ben de onların işlerini
üzerime aldım. Onlardan sana sadece hayır haberi geldi. İki kişi onların
bölgesini daha iyi bilir.” Hz. Osman ona da : “Ne yapmamız gerekir,
fikrin ne ” dedi. Hz. Muâviye : “İyi muameleye devam” dedi. Hz. Osman
: “Sen ne dersin ey Amr ” dedi. Amr da şu ( enteresan) beyanda
bulundu : “Ben görüyorum ki, sen insanlara çok yumuşak davranıyor ve
ağır alıyorsun. Bu davranış Hz. Ömer´de yoktu. Ben senden önce geçen iki
arkadaşının yolundan gitmeni tavsiye ederim. Şiddet gösterilmesi
gereken yerde şiddet, yumuşak davranılması gereken yerde yumuşaklık
göster. İnsanlara kötülükten başka bir şey yapmayanlara şiddet gerekir.
Yumuşak davranış başkalarına karşı hep hayırhah olanlar içindir. Sen
hiçbir ayırım yapmadan iki grup için de hep yumuşak davrandın.”
Bu konuşmalardan sonra Hz. Osman kalkarak Allah´a hamd ve senâda bulundu
: “Bana söylediklerinizin hepsini dinledim. Her meseleye girmek için
kendine has bir kapısı vardır. Ortada ümmet için endişe duyduğumuz şu iş
vardır. Bunun üzerine örtülen ve kendileriyle korunacağımız kapı ise,
Allah´ın tayin ettiği hudud yumuşaklık, anlaşma ve uzlaşmadır” dedi.
Görüldüğü üzere, son derece sinsi ve hesaplı bir şekilde hazırlanan
fitne ve huzursuzluklara Sahabeler tedbir bulmakta zorluk çekmekteler.
Zîra görünürde hiçbir meşrû ve mâkul sebep yok, üzerine gidilecek açık
hedef yok. Ama tek gerçek şu ki, bu gelişen hâdiselerde Ashab´ın hiçbir
dahli yok.[208]
2- Sahabeler Fitneye Katılmadı :
Sahabenin fitne karşısındaki tutumunu belirtmek maksadıyla nazar-ı
dikkate arzetmemiz gereken mühim bir nokta da, çıkmış bulunan fitneye
katılmaktan Ashab´ın kaçmış bulunduğu, fiilen girenlerin, daha doğru bir
ifade ile girmek zorunda kalanların sayıca çok az olduğu keyfiyetidir.
Bu maksadla, İbnu Sebe´nin Hz. Osman tarafından temsil edilen İslâm
devletinin alacağı bütün tedbirleri bozarak Halife´nin şehid edilmesine
müncer olan dalaverelerini ve teselsül eden hadiseleri atlayarak, ikinci
mühim hâdise olan Cemel Vakası´na geçip onunla alakalı bazı gelişmeleri
belirteceğiz.[209]
Cemel Vakası :
Bu hadise, bilindiği üzere, Hz. Osman´ın katillerinin cezalandırılması
meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılığı sebebiyle vukua gelmiştir. Bir
tarafta Hz. Ali, bir tarafta da Hz. Aişe ve onun maiyetinde Hz. Zübeyr
ve Hz. Talha vardır.
Hz. Osman´ın şehid edilmesinden beş gün sonra halife olan Hz. Ali,
sayısı iki bini geçen ve Mısır, Kûfe ve Basra´dan gelmiş bulunan
ihtilalcilerin kalabalık oluşları ile, vaka sırasında Medine halkının
suskun davranışı gibi hususları nazar-ı dikkate alarak cezalandırma
işinde acele davranma taraftarı değildi.
Buna karşılık, Mekke´de bulunan Hz. Aişe ve aralarında Hz. Talha ve Hz.
Zübeyr´in de bulunduğu diğer birkısım Müslümanlar Hz. Osman´ın
katillerinin hemen cezalandırılmasını istiyorlardı. İşe Basra´da
başlamaya karar verdiler.
Hz. Ali, bunların niyetini ve Basra´ya hareket ettiklerini duyunca
herhangi bir hâdiseye meydan vermemek, onlarla anlaşmak niyetiyle o da
harekete geçerek Rebeze´ye gelir. Hz. Aişe ve taraftarlarının Basra´ya
vardıklarını öğrenince Kûfe´den te´min ettiği kuvvetlerin başına geçerek
Basra´ya yürür. Taberî´nin rivayetlerinden aynen takip edeceğimiz üzere
her iki taraf da sulhtan başka bir şey istememektedir. Ancak araya
giren gizli oyunlar burada da muvaffakiyetler elde ederek iki Müslüman
kitleyi savaşa sokarlar.
“Askerler konaklayınca Hz. Ali çıktı. Öbür taraftan da Talha ve Zübeyr
çıktılar. Bunlar oturup, ihtilaf ettikleri hususlarda konuştular. Sulh
etmekten ve harbi terketmekten daha uygun bir şey görmediler.
Birbirlerinden bu anlaşma ile ayrıldılar. Hz. Ali karargahına, Hz. Talha
ve Zübeyr de kendi karargahlarına çekildiler. Her iki taraf da geceyi
sulhle geçirdiler. Çoktandır, aradaki ihtilaf ve yaklaşmakta olan savaş
sebebiyle böylesine huzurlu bir gece geçirmemişlerdi.”[210]
İhtilalciler Sulhten Rahatsız : Taberî, bundan sonra orduya karışan
İbnu Sebe ve adamlarının iki tarafı nasıl tutuşturup, harbe soktuklarını
anlatır :
“…Hz. Osman hadisesini tahrik edenler de çok fena bir gece geçirdiler.
Zîra başlarına gelmekte olan felaketi görmüşlerdi. Bütün gece
aralarında müzakere yaptılar. Sonunda, gizlice harbi kızıştırmaya karar
verdiler. İşlemeye çalıştıkları şerrin duyulmaması için çok gizli
yapılmasını istediler. Alacakaranlıkta harekete geçecekler, bundan yakın
komşuları bile haberdar olmayacaktı.”[211]
İbnu Sebe´nin Sözleri : Hâdiseleri takip ederken, atlanmaması, ibretle
okunması gereken bir husus, Yahudi dönmesi İbnu Sebe´nin, daha önce,
henüz iki ordu karşılaşmadan, yukarıda anlaşma vaki olmadan önce verdiği
bir talimattır. Bu talimat bize, fitnecilerin, her iki tarafın da iyi
niyetlerini akim bırakacak, çok önceden hazırlanmış bir tertiple her iki
tarafın da ordusuna katılmış olduklarını gösterecektir. Hatta hemen
hatırlatabiliriz ki, onların bu katılışı rastgele bir katılış değil,
hin-i hacette, alınacak kararlara kendi istekleri istikametinde yön
vermede müessir olacak şekilde, en kritik noktalarda yer alacak şekilde
bir katılış, bir sızmadır. İşte İbnu Sebe´nin sözleri : “Ey kavm,
sizin hayat ve şerefiniz insanların birbirine düşmesine bağlıdır. Öyle
ise onları birbirine düşürün. Yarın bunlar karşılaştıkları vakit harbi
kızıştırın. Onları başka şeylerle meşgul olmaya bırakmayın. Öyle ise
kendileriyle beraber olduğunuz kimseler, sizin istemediğiniz şeyden (
yani sulhtan) yüz çevirmenin ve Allah´ın Ali´yi, Zübeyr´i ve Talha´yı ve
onlar gibi düşünenleri ( birbirleriyle savaştırarak) meşgul etmesinin
zaruri olduğunu bilsinler…” Bu talimatı alan kurmay heyeti orduya
dağılarak, sulh yapılmamasının, her iki ordunun birbiriyle
çarpıştırılmasının lüzumu hususunda, diğer adamlarını ikna
edeceklerdir.[212]
Fitneciler Müslümanları Vuruşturuyor : Şimdi, tekrar Taberî´nin Cemel
Vakası´nın başlangıcı ile alâkalı açıklamalarına dönelim. Yukarıdaki
fitnecilerin sabaha kadar müzakere ederek alacakaranlıkta harekete geçme
kararlarını belirtmiştik. İstişareye katılan yönetici ekip, ortalık
henüz karanlıkken şafakla birlikte harekete geçerler. “Mudar
kabilesinden olanlar, diğer Mudarlı arkadaşlarının yanına, Rebia
kabilesinden olanlar diğer Rabialı adamlarının yanına, Yemen´den olanlar
da diğer Yemenli adamlarının yanına gittiler ve aniden baskına
geçtiler. Basralılar harekete geçerek karşılık verdi. Bütün ordu
harekete geçti. İleri gelenleri arasında, onları aniden basanlar da
vardı. Zübeyr ve Talha, Mudar´dan olan ileri gelenlerle ortaya çıktılar
ve sağ cenaha -ki Rebialılardır- Abdurrahman İbnu´l-Haris´i, sol cenaha
da Abdurrahman İbnu Attab İbni Esid´i gönderdiler. Kendileri de merkezde
kaldılar ve “Ne oluyor ” diye sordular. Onlar ( Abdullah İbnu Sebe´nin
oradaki adamları) : “Kûfeliler bize gece baskını yaptı” dediler.
Bunun üzerine Zübeyr ve Talha : “Anlaşıldı; Ali harbi kesme sözünde
samimi değilmiş; kan dökmek, haramları helal addetmek istiyormuş;
bizimle sulh meselesinde mutabık değilmiş” dediler ve Basralıların
yanına geldiler.
Basralılar kendilerine saldıranları geldikleri yere geri püskürttüler.
Hz. Ali ve Kûfeliler, bunların gürültüsünü işitmişti. ( Fitneciler
casus olarak) adamlarından birini, diledikleri şeyi ( Hz. Ali´ye) haber
olarak sunulmak üzere Hz. Ali´nin yakınlarına yerleştirmişlerdi. Hz.
Ali gürültüyü işitince : “Ne oluyor ” diye sordu. İşte bu adam, hemen
cevap verdi : “Biz ani baskın yapmadık. Ancak onlardan bir grup gece
baskını yaptı. Biz de geldikleri yere geri püskürttük. Askerler hemen
harekete geçtiler. Hz. Ali sağ ve sol cenah komutanlarına “Yerlerinizi
alın” dedi ve ilave etti : “Anlaşıldı; Talha ve Zübeyr harbi kesme
sözünde samimi değillermiş; kan dökmek, haramları helal addetmek
istiyorlarmış, bizimle sulh meselesinde mutabık değillermiş.”
Böylece akşamdan sulh üzerine anlaşan iki İslam ordusu birbirine girer
ve her iki taraftan beşer binin üzerinde olmak üzere, tarihin on binden
fazla ölüye mal olan Cemel Vakası meydana gelir.[213]
Fitneye Karışan Sahabeler :
Fitne çıktığı zaman Ashab´tan kahir bir ekseriyet, Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in fitneye karışmamayı sıkı sıkıya tavsiye eden
hadislerini -ki bunlardan birkısmını geçen bahislerde kaydetmiş
bulunuyoruz- hatırlayarak karışmamıştır. Esasen karışanlar da çok azdır.
Bir Cemel Vakasında on bin kişi şehid oldu dendiği vakit gafletle,
bunların Sahabi yani bizzat Hz. Peygamber´i görmüş bulunan kimseler
olduğu zihne gelir. Halbuki meseleye, tarih ve rivayet kitaplarının
verdiği bilgiler ışığında bakıldığı zaman insanı hayrette bırakan bir
gerçekle karşılaşılmaktadır; o da bu savaşa katılanlar arasında,
idareciler dışında pek az sayıda Sahabe´nin bulunmuş olmasıdır.
Sözü fazla uzatmadan, bu ilk devirdeki fitnelere, çok az sayıda
Sahabe´nin katıldığı hususunda bizi ikna edecek bir tahkiki, değerli
hocalarımızdan Talat Koçyiğit´ten aynen sunacağız. Hadiscilerle
Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar adlı kitabında der ki : “Sahabenin
en fazla bulunduğu senelerde zuhur eden fitneler gözönünde
bulundurulacak olursa, bu fitnelere Sahabeden hemen hemen hiç kimenin
iştirak etmediği görülür. Mesela Cemel Harbi´ne iştirak eden Sahabilerin
sayısı hakkında gelen bir rivayette eş-Şa´bî : “Cemel´e, Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in ashabından Ali, Ammar, Talha ve
ez-Zübeyr´den başka hiç kimse iştirak etmemiştir. Eğer beşincisini
bulurlarsa ben yalancıyım!” demektedir. Ahmed İbnu Hanbel ise, “Ehl-i
Bedr”den Sıffîn Harbi´ne iştirak edenlerin yetmiş kişi olduğuna dair
ileri sürülen bir haberi, Şu´be´nin nasıl yalanladığını ve Huzeyme İbnu
Sabit´ten başka hiç kimsenin bu harbe katılmadığını nasıl kat´î bir
ifade ile belirttiğini zikreder.”
Şüphesiz, bu vakalara katılan Sahabeler, sayıca yukardaki rivayette
zikredilen rakamlarla tahdid edilemez. Şa´bî´nin rivayetini nakleden
Zehebî de, Şa´bî´nin kesin ifadesine “Sanki Şa´bî, burada ilk
muhacirleri kastediyor” kayd-ı ihtirâzisini koyarak Sahabeden daha başka
katılanların da olduğunu ima ediyor. Nitekim, yukarıda ismi geçenler
dışında Abdullah İbnu Zübeyr, Muhammed İbnu Ebi Bekr gibi birkısım
meşhurların da Cemel Vakası´na iştiraklerini muteber kitaplar te´yid
eder. Şu halde, ifade edilmek istenen gerçek, on bini mütecaviz maktul
arasında Sahabeden olanların tahmin edilecek kadar az olduğudur. Bunlar
da hâdiseleri isteyerek çıkarmış değil, zoraki sürüklenmişler, adeta
kendilerini bu vak´aların içinde bulmuşlardır.[214]
Sahabenin Fitneye Girişmeyişinin Sebebi : Sahabeleri, bu dahilî
hâdiselere girmekten alıkoyan şey, mükerrer olarak temas ettiğimiz
üzere, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in bu husustaki uyarı ve
tenbihleri idi. Birçok ısrar ve teşebbüslere rağmen bu harplere
katılmama hususunda sistemli direniş gösterenlerden Seleme
tu´bnu´l-Ekva, Sa´d İbnu Ebi Vakkas, Muhammed İbnu Mesleme, Abdullah
İbnu Ömer, Ebu Bekre, Ühban İbnu Sayfi meşhurdur.
Bunlardan birkısmı : “Bu fitnelere karışmamak gerekir. Öyle ki, birisi
öldürmek niyetiyle gelecek olsa, müdafa-i nefis de yapılmaz” demiştir.
Hz. Osman´ın birinci görüşün kurbanı olduğunu daha önce belirtmiştik.
Şimdi bazılarının tutumuyla alâkalı bir iki misal göreceğiz.
Ahnef İbnu´l-Kays´ın Ebu Bekre ile alâkalı bir rivayeti şöyle : “Ben
bu adama ( Hz. Ali´ye) yardım etmek için çıkmıştım, yolda Ebu Bekre´ye
rastladım. Nereye gidiyorsun ” dedi. Şu adama yardım etmeye dedim. Dön
dedi, zîra ben Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in şunu
söylediğini işittim : “İki Müslüman silahla birbirlerinin karşısına
çıkacak olurlarsa katil de maktul de ateştedir…”
Ühbân ise, Hz.Ali´nin yardım teklifini : “Benim dostum, senin de
amcaoğlun olan Hz. Peygamber, insanlar arasında kargaşa çıkınca tahtadan
bir kılıç edinmem hususunda benden söz aldı…” diyerek reddeder ve Hz.
Ali de normal karşılar, ısrar etmez.
Üsâme İbnu Zeyd, “La ilahe illallah” diyen bir kimse ile ebediyyen mukatele etmeyeceği hususunda yemin eder.
Fitneden kaçanların mühimlerinden biri olan Abdullah İbnu Ömer´e iki
kişi gelerek : “İnsanların yaptığını görüyorsun. Sen ki, Hz. Ömer´in
oğlusun, Hz. Peygamber´in ashabındansın, seni bu savaşa katılmaktan
alıkoyan şey nedir ” derler. O : “Allah bana Müslüman kardeşimin
kanını haram etti” der. Onlar : “Allah : “Fitnenin olmaması ve dinin
tamamı Allah için olsun diye onlarla savaş” ( Enfal 39) demedi mi ”
diye bir ayet hatırlatırlar. İbnu Ömer şu cevabı verir : “Biz
savaştık, hatta fitne kalktı, dinin tamamı da Allah için oldu. Siz de
fitne olsun, din de Allah´tan başkası için olsun diye harp ediyorsunuz.”
Sa´d İbnu Ebî Vakkas da aynı mealde bir ifade ile fitneye girmeyişinin
sebebini açıklar. Muhammed İbnu Mesleme´nin de Hz. Peygamber (
aleyhissalâtu vesselâm)´in tavsiyesine uyarak tahtadan bir kılıç
yaptırdığını ve Hz. Ali´nin davetine rağmen fitneye karışmadığnı daha
önce belirtmiştik.[215]
3- Ashab´ın Katıldıgı Fitneler Üzerine Birkaç Mütalaa :
Şurası muhakkak ki, sayıca az da olsa, arzu ve rızalarının hilafına da
olsa, Ashabtan bazılar fitne hareketlerine bulaşmamışlardır. Bu durum
Müslümanları Ashab hakkında birkısım yersiz düşünce ve hükümlere
götürebilir. Bu ise, Ehl-i Sünnet akidesi açısından son derece
mahzurludur. Gerek ferdî gerek içtimâî hiçbir amelî faydası olmayan bu
hatalı değerlendirmelere düşemek için Ehl-i Sünnet alimlerinin bu
meselelerle alâkalı olarak beyan ettikleri birkaç mütalaayı burada
kaydetmede fayda var : [216]
a) Ashab´tan Katılan da Katılmayan da Haklıdır : İbnu´l-Arabî,
Ashab´tan bazıları bu dahilî harbe katılırken diğer bazılarının
katılmayışını, cihadın farz-ı kifaye oluşuyla izah eder. İbnu Hacer de
bu mealde olmak üzere şunları söyler : “Bu meselede hakikat şudur :
Mezkur sahabeden herbirisi amelinin doğru olduğuna hükmetmiş olmalıdır.
Kıtale bulaşanlar nezdinde, bağiler grubu ile harp etme emrini ifade
eden delil vuzuh kazanmıştır ve kendisinde de bu işi yapacak kudret
mevcuttur. Katılmayanlar için de, iki gruptan hangisinin baği
addedileceği hususu vuzuh kazanmamıştır. Nitekim Huzeyme tu´bnu Sabit,
Hz. Ali tarafında olmakla beraber savaşmamıştır. Ne zaman ki Ammar´ı
savaşır gördü o da mukateleye katıldı ve “Ammar´ı bağî bir grup
öldürecek” hadisini rivayet etti.”[217]
b) Fitnenin Bir Hikmeti : İbnu´l-Arabi´ye göre, “Ashab arasında
cereyan eden bu savaşlarda Allah´ın güttüğü hikmetlerden biri, ehl-i
te´vil ile yapılacak harbin ahkâmını öğretmektir.”[218]
c) Fitneye Karışan Sahabeler Hakkında Verilen Hüküm : “Sahabeler
arasında cereyan eden vakalara temas ederken bir noktanın belirtilmesi
gerekmektedir. O da, Sahabeler hakkında bu mesele ile alakalı olarak
gelişigüzel söz etmemektir. Bu husus, Ehl-i Sünnet ile diğer fırkaların
ayrıldığı mühim noktalardan biridir. Haricîler, Şiîler vs. bu meselede
birkısım sahabeleri tekfire kadar giden ifratlara düşerler. Nevevî,
Ehl-i Sünnet´in itidal üzere olan ve nasslara uygun düşen görüşünü şöyle
hülasa eder : “Bil ki, Ashab arasında akan kanlar, hadiste gelen
“…ölen de öldüren de ateştedir” tehdidine dahil değildir. Ehl-i Sünnet
ve ehl-i hakk olan mezhebimizin görüşü “Ashab hakkında hüsn-i zanda
bulunmak ve onların aralarında cereyan eden hâdiseler hususunda
gelişigüzel söz etmekten çekinmek ve onların mukatelelerini te´vil
ederek iyiye yormaktır. Şöyle ki : Onların hepsi müteevvil ve müçtehid
kimselerdi. Allah´a isyan ve dünyevî bir maksatla hareket etmediler.
Aksine her bir fırka, hak yolda olduğuna inanıyordu. Şurası muhakkak ki,
bu içtihadlarında bir kısmı musib ( isabet etmiş) bir kısmı da muhti (
hataya düşmüş) idi. Hataya düşenler, bu hatalarında mazur idiler. Zîra
içtihad meselesinde, müçtehide hatasından dolayı günah yoktur. Hz. Ali
bu hareketlerde içtihadında musib ve haklı idi. Mevcut vaziyet
karşısında verilecek hükümler şaşırtıcı idi, doğrusunu bulmak zordu. Bu
sebeple Ashab kararda mütehayyir kaldı ve üç gruba ayrıldı. İki grub
birbirine zıd içtihadlarla karşı karşıya gelirken, bir üçüncü grup
bunlardan her ikisini de terketti, savaşlara katılmadı, doğru olanın
hangisi olduğu hususunda kesin kanaat edinemediler.”
İbnu Hacer, bu mücadelelerde, kimlerin muhik olduğu bilinse bile,
Sahabelerden hiçbirine, bu meselelerden dolayı ta´nda bulunmamanın bir
vecibe olduğunda Ehl-i Sünnet´in “ittifak ettiğini” belirttikten sonra :
“Zîra onlar bu harplerde, içtihadları sebebiyle mukatele ettiler” der.
Nevevî´nin -ve veciz olarak da İbnu Hacer´in yukarıdaki açıklamalarında-
atıfta bulunduğu “hata da yapsa müçtehidin günahkâr olmayacağı”
prensibi, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in şu hadisidir :
“Bir hakim, içtihad ederek hüküm verince isabet ederse, kendisine iki
sevap vardır; içtihad ederek verdiği hükümde hata ederse kendisine bir
sevap verilir.”
Öte yandan alimler, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in : “İki
Müslüman birbirine silah çekecek olursa, ölen de öldüren de
ateştedir…” hadisini şerhederken burada mevzubahis olan, “ölen ve
öldüren”lerin -dine hizmeti gaye edinen bir te´ville değil- dünyevî bir
maksat arama veya heva ve cehaletinin sevkiyle mukatelede bulunanlar
olduğunu belirtirler. Sahabenin ise, sırf dinî gayretle bu mücadelelere
girmiş bulunduğu her çeşit şüpheden uzak bir keyfiyettir. [219]
Sahabelerde Ölçü :
Burada belirtilmesi gereken bir diğer mühim nokta da, amme meselelerinde
zıt içtihad ve görüşleri sebebiyle birbirlerine muhalif düşen ve hatta
aralarında savaş cereyan eden Ashabın, savaş dışı meselelerde
birbirlerine karşı olan münasebetlerindeki ölçü ve hakkaniyettir. Onlar
birbirlerini hataya düşmekle itham etmişler, ancak rencide edici, şahsî
faziletlerini inkar edici sözler sarfetmemişler, hele asla tekfir
cihetine gitmemişlerdir. Buna en iyi örnek, Hz. Aişe ile ona muhalefet
edip Hz. Ali tarafında yer almış olan Ammar İbnu Yasir arasında geçen
bazı tarizler, konuşmalardır. Hülasa edelim :
Söylediğimiz üzere Ammar İbnu Yasir, Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki
ihtilafta, Hz. Ali´nin haklı Hz. Aişe´nin haksız olduğuna inanıyordu. Bu
meselede halkı ikna etmek maksadıyla mescitte yaptığı konuşma tam bir
insaf örneğidir. Der ki : “Aişe Basra´ya yürüdü. Allah´a kasem olsun, o
dünyada da ahirette de Peygamberimizin ( aleyhisselam) zevcesidir,
bunda şüphemiz yok. Ancak, Allah sizi imtihan ediyor; Kendisine mi (
celle celaluhu), yoksa O´na mı ( radıyallahu anhâ) itaat edeceksiniz “
Burada, ahirette de Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcesi
olduğunun kasemle te´yidi, Hz. Aişe´nin asla tekfir edilmediğini
gösterir. Fakat görüşlerinde yanıldığı kesinlikle ifade edilmektedir.
Kendisine yöneltilen bu çeşitten şiddetli tenkitler karşısında Hz. Aişe (
radıyallahu anhâ)´nin aksülameli de burada zikre değer. İbnu Hacer´in
Taberânî´den naklen kaydettiğine göre, yine aynı Ammar, Cemel Vakası´nın
akabinde Hz. Aişe´ye gelerek : “Sizin bu askerî şerefiniz Allah´ın
sizinle yaptığı ahde ( anlaşmaya) ne kadar aykırı” der ve bu sözleriyle
Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevceleriyle alâkalı olarak
gelmiş bulunan “( vekar ile) evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyet
yürüyüşü gibi yürümeyin” ( Ahzâb 33) ayetine işaret eder.
Hz. Aişe ( radıyallahu anhâ)´nin cevabı şu olur : “Allah´a kasem
olsun sen hakkı söyledin.” Ammar da “Senin lisanınla hakkında bu hükmü
veren Allah´a hamd olsun” der.
İbnu Hübeyre bu konuşmayı şöyle değerlendirir : “Bu rivayetten
anlıyoruz ki, Ammar doğru sözlüdür. Kezâ husumet onu, hasmının
faziletlerini inkâra da sevketmemiştir. Zîra aralarında cereyan eden
harbe rağmen Hz. Aişe´nin tam bir fazilete mazhar olduğuna şehadette
bulunmaktadır.[220]
Sahabeler Arasındaki Muharebelerin Mahiyeti Ve Hikmeti
Bediüzzaman Hazretleri ise Mektubat´ında bu konuyla ilgili şunları söyler : “
İkinci sualinizin meali : Hz. Ali ( radıyallahu anh) zamanında
başlayan muharebelerin mahiyeti nedir Muhariplere ve harpte ölen ve
öldürenlere ne nam verebiliriz
Elcevap : Cemel Vak´ası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve
Aişe-i Sıddîka radıyallahu teala aleyhim ecmain arasında olan muharebe;
adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki :
Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn ( yani Hz. Ebu Bekr ve Hz.
Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş.
Muarızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye, adalet-i mahzaya
müsait idi, fakat mürur-u zamanla İslamiyetleri zaif muhtelif akvam
hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın
tatbikatı çok müşkil olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i
nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye, siyasete
girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve
İslamiyetin menafii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd
etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i cennettir, ikisi
de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali´nin içtihadı musib
ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünkü;
içtihad eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulamazsa, bir nevi ibadet olan
içtihad sevabı olarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur. Bizde gayet
meşhur, sözü hüccet bir zat-ı muhakkik Kürtçe demiş ki : زِ شرِّ
صَحَابَانْ مَكَه قَانُ وَقيلْ لَوْ رَاجَنَّتَيْنَ قَاتِلُ هَمْ قَتِيلْ
Yani Sahabelerin muharebesinden kıyl ü kâl etme. Çünkü hem katil ve hem
maktul ikisi de ehl-i cennettirler.Adalet-i mahza ile adalet-i
izafiyenin izahı şudur ki : مَنْ قَتَلَ نَفْساً بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ
فَسَادٍ في ا‘رْضِ فَكَأنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعاً
“Ayetin mânayı işarîsiyle : “Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi
iptal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selameti için feda edilmez. Cenab-ı
Hakk´ın nazar-ı merhametinde hak, haktır; küçüğüne, büyüğüne bakılmaz.
Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin
rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyyet namına
rızasiyle olsa, o başka meseledir.”
Adalet-i izafiye ise; küllün selameti için, cüz´ü feda eder. Cemaat
için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nev´i adalet-i
izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat, adalet-i mahza kabil-i tatbik ise,
adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.
İşte İmam-ı Ali ( radıyallahu anh), adalet-i mahzayı Şeyheyn
zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslamiyeyi o esas
üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “kabil-i tatbik
değil, çok müşkilatı var” diye adalet-i izafiye üzerine içtihad
etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikat-i sebep değiller,
bahanelerdir.
Eğer desen : Hilafet-i İslamiye noktasında İmam-ı Ali´nin fevkalade
iktidarı, harikulade zekası ve yüksek likayatiyle beraber seleflerine
nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir
Elcevap : O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade daha çok mühim
başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam
saltanat olsaydı, “Şah-ı Velayet” ünvan-ı manidarını bihakkın
kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde
mânevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Kül hükmüne geçti. Hatta kıyamete
kadar saltanat-ı mânevîsi baki kaldı.
Amma Hazret-i İmam-ı Ali´nin Vak´a-i Sıffin´de, Hazret-i Muaviye´ nin
taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir.
Yani : Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve
ahireti esas tutup, saltanatın birkısım kanunlarını ve siyasetin
merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve
taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi, saltanat
siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam
ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih
ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin´in Emevilere karşı mücadeleleri ise, din
ve milliyet muharebesi idi. Yani : Emevîler, Devlet-i İslamiyeyi, Arap
milliyeti üzerine istinad ettirip; rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i
milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi : Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri : Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip
etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü; unsuriyetperver bir
hakim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. اَِسْمِيَّةُ جَبَّتِ
الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ َ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ
وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا ferman-ı kat´isiyle, rabıta-i
diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez;
hakkaniyet gider.
İşte Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, ta makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse : Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden
muvaffak olmadı Hem neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiyye onların
feci bir akibete uğramasına müsaade etmiş
Elcevap : Hazret-i Hüseyin´in yakın taraftarları değil, fakat
cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri
cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i
Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip,
mağlubiyetlerine sebep olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise, Hasan ve Hüseyin
ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet
idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem´i gayet müşkildir.
Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta,
kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve
surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı
maneviyeye tayin edildiler, adi valiler yerine, evliya aktablarına merci
oldular.[221]
Üçüncü sualiniz : O mübarek zatların başına gelen o feci gaddarane muamelenin hikmeti nedir diyorsunuz.
Elcevap : Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin´in muarızları
olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas
vardı :
Birisi : Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan : “Hükümetin selameti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir.”
İkincisi : Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği
için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan : “Milletin selameti için
herşey feda edilir.”
Üçüncüsü : Emevîlerin, Haşimîlere karşı an´anesindeki rekabet damarı,
Yezid gibi bazılarda bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet
göstermişti.
Dördüncü bir sebep de : Hazret-i Hüseyin´in taraftarlarında
bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup, sair
milletlerin efradına “memalik” tabir ederek köle nazariyle bakmaları ve
gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, “milel-i saire” Hazret-i
Hüseyin´in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak
ettiklerinden, Emevîlerin asabiyyet-i milliyelerine fazla dokunmuş,
gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet
vermişlerdir.
Mezkur dört esbab, zahirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit,
Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaci-i
uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı mâneviye, o kadar
kıymetdardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz
düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehit edilse, öyle
bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur.
Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “az bir şey ile pek
çok şeyler kazandım” diyecektir.” [222]