
Mürşid-i Kamil kimdir? Niçin Gereklidir? Mürşitsiz olmaz mı? Mürşid de olması gereken vasıflar Nelerdir?
Mürşid-i kamil, Sırat-ı Müstakimi (dosdoğru yol, yani İslam’ı) gösteren,
dalaletten hidayete sevkeden kişidir. Mürşid-i kamil, tasavvufta seyr-i
sülûkunu tamamlayıp, irşada ehliyetli ya da icazetli olan kişiler için
kullanılan bir tabirdir. Şeyh ile aynı manaya gelir.
Mutasavvıflara göre üç türlü şeyh vardır: Bunlara şeyh-i ta’lim, şeyh-i
sohbet ve şeyh-i tarikat denir. Şeyh-i ta’lim, ilim sahibi bir öğretici,
tasavvufi konularda bilgi verip, insanları aydınlatmakla yetinen
mutasavvıftır. Şeyh-i sohbet, her isteyenin sohbetine katıldığı,
sözlerini dinlediği, hâl ve hareketlerini örnek aldığı mutasavvıfa
denir. Şeyh-i terbiye, şeyh-i irşad, şeyh-i taslik de denilen şeyh-i
tarikat ise mürid ve müntesiblerini tasavvuf yolunda eğitip yetiştirerek
Allah’a ulaştıran önderdir.
Şeyhin uyması gereken kimi kurallar da vardır. Her şeyden önce diğer
şeyhler arasında sivrilmek, öne çıkmak için çalışmamalı, müridlerinin
çoğalması için gösteriş yapmamalıdır. Nefsini bütünüyle altettiği,
nefsinin tehlikelerini tamamen yok ettiği düşüncesine kapılmamalı;
halkın arasına karıştığında tüm varlıklarla ilişkisini kesebileceği özel
bir halvet yeri ve zamanı olmalıdır. Kendisine bağlanan müridlere iyi
davranmalı, diğer şeyhlere saygı göstermelidir. Müridlerini sevmeli,
onları sağlık ve hastalıklarında yalnız bırakmamalı, haklarını yerine
getirmelidir. Nefislerine karşı verdikleri savaşta zaaf gösteren
müridlere hoşgörülü davranmalı; müridlerinden gelecek herhangi bir fayda
ve hizmete tenezzül etmemelidir. Müridlerin kusurlarını yüzlerine
vurmamalı, onları dolaylı biçimde uyarmalıdır. Müridlerinde gördüğü
değişiklikleri başkalarına açıklamamalıdır.
Tasavvuf kaynaklarında, tasavvufî hayata girmek, bir mürşide bağlanmak
isteyenler için gerçek bir şeyhte aranması gereken niteliklerin dökümü
yapılır. Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir: Şeyh ilim, irfan ve
eserleriyle temayüz etmiş olmalıdır. Veli olması yeterli değildir, aynı
zamanda mürşid olmalıdır. Günlük hayatı müstakim olmalıdır. Belli bir
tarikatın kuralları doğrultusunda tasavvufi eğitimini (seyr ü süluk)
tamamlamış olmalıdır. Müridlerini yetiştirmekteki yeteneği kabul edilmiş
olmalıdır. Dini görevleri yerine getirmede ciddiyet sahibi olmalıdır.
Tekelci olmamalı; kendi dışındaki şeyhleri kötülememeli, küçük
görmemelidir. İnsanları eğitmek bir yetenek işidir. Öğretmek ve eğitmek
herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu nedenle şeyh, Allah vergisi
bir kabiliyete sahip olmalıdır.
Mürşid Niçin Gereklidir?
Bu âleme gelen bir kimsenin, muhakkak Allah’ı bilmesi, bulması ve
Hakk ile olması lâzımdır…Allah’ı arayan ve Allah’ı bulmak isteyen
kimse, tek başına kendi tefekkürü ile Allah’ı bulamaz, bulsa da kendi
hayâlini Allah zanneder…Eğer kullart efekkür ile, Allah’ı O’nun murâd
ettiği gibi bulabilecek olsalardı, Allah peygamberler göndermezdi…
İnsanın hilkatinde Allah’ı arama duygusu vardır…Medenî olmayan
kavimlerin putlara ve totemlere tapması bunu göstermekdedir…Gönül,
koptuğu yeri yani “vatan-ı aslî”yi arıyor…İnsanlar ilâhîdir yani
Allah’dan gelmişdir, yine Allah’a gidecekdir…İnnâ lillahi ve innâ
ileyhi râci’ûn…
Görüyoruz ki insanlar zamânın çabuk geçmesini arzuluyorlar ve bunun
için bir takım eğlenceler yapıyor ve oyunlar oynuyorlar…Sebebi
sorulduğunda “Vakit geçsin” diye cevap veriyorlar…Halbuki aklı başında
olan bir insan vaktin geçmesini istemez, çünkü ilerde ölüm
vardır…Demek ki farkında olmasa da insan geldiği memlekete dönmek
istiyor…
Bu âlemde Allah’a kavuşmak isteyen kişiye bir önder lâzımdır…Çünkü
uzak bir memlekete gitmek isteyen birisi tek başına gitmeye kalkarsa
yolu bulamayabilir, bulsa da yolda birçok zahmetlerle
karşılaşabilir…İyi bir rehberi olmayan kimse yolu sapıtabilir…İnsan
kendisine iyi bir rehber bulursa gideceği yere kolayca varır…Aynen
dünyâdaki yolculuk gibi ma’nevî yolculuk olan Allah yolunda da insana
iyi bir rehber lâzımdır…Bunlar da gerçek mürşidler yani peygambere
vâris olan mürşid-i kâmillerdir…Fakat insan eğer kendisine rehber
olarak kargayı seçerse karga onu leşe götürür…Demek ki rehberin yani
mürşidin iyi olması lâzımdır…
şeyh ile mürîd arasındaki münâsebet
Şeyh ile mürîd arasındaki münâsebet, karı-koca arasındaki münâsebet
gibidir…Mürîd kadın da olsa erkek de olsa böyledir…Bu münâsebet
şeyhin dili ile mürîdin kulağı arasında olur…Şeyhin dili erkek,
mürîdin kulağı dişi gibidir…Karı-koca arasındaki münâsebet ile çocuk
olduğu gibi şeyh ile mürîdin ma’nevî münâsebetinden de bir çocuk olur
ama bu çocuk kalbde olur…Buna veled-i kalb derler…
Eğer mürîd, mürşidinin her sözünü tutar, yap dediğini yapar yapma
dediğini yapmazsa, verdiği dersleri yapar, mürşidine hürmet ve hizmetde
kusûr etmezse kalb çocuğu erkek olur…Kalb çocuğu erkek olan mürîd,
mürşid olur yani hem kendisini hem başkalarını irşâd edebilir…
Eğer dervîş, mürşidine hizmeti eksik yaparsa, meselâ mâlen hizmet
edip bedenen etmezse veya bedenen edip mâlen etmezse, o mürîdin kalb
çocuğu kız olur…Böyle bir dervîş ancak kendisini irşâd edebilir,
başkalarını irşâd edemez…
Eğer mürîd, mürşidinin sözünü tutmaz, verdiği dersleri yapmazsa veya
kendi kendine ilâveler yaparsa, çocuk düşer…Buna rağmen o kişi yine
de dervîş sayılabilir, tıpkı bir koyun sürüsü satılırken içindeki uyuz,
topal ve kör koyunların da aynı sürüden sayılması gibi…
Mürşitsiz olmaz mı?
Şeyh, yol gösteren arif kişi,(1) mürid ise, şeyhe bağlı kimse
anlamındadır.(2) Şeyh (mürşid), insanları halktan Hakk’a ulaştırmada bir
rehber, bir kılavuzdur. Okulda hoca ne ise, dergâhta mürşit de odur.
Hoca, daha çok akla hitap eder. Mürşit ise, ruhla meşgul olur. Mürşidin
yüzü nuranî, sözü Rabbanîdir.(3)
Mürşide, şu zâviyeden bakmak isabetli olacaktır:
“Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki
mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lazımdır. Mesela, hararet ve ziya,
sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Sende, güneşe karşı minnettar olmaya
bedel, ayineyi masdar telakki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak
divaneliktir. Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır.”
“İşte, mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ı Hakk’tan gelen
feyze ma’kes olur. Müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten
fazla feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.”(4)
“Vesile” kelimesi üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz.
“Allah’a bir vesile arayın” (Maide, 5/35)
ayeti vesileyi emreder. Vesile, Allah’a kurbiyete (yakınlığa) sebep
olacak şeylerdir. Mesela, İlâhi emirleri yapmak, günahları terk etmek
gibi…(5) Keza, salavat Resulullah’a ulaşmaya bir vesile, Resulullah
ise, Rahman’ın rahmetine bir vesiledir.(6)
Doktor, nasıl şifaya vesiledir, fakat şifa Allah’tandır. Onun gibi,
mürşid dahi İlâhi feyiz ve hidayete bir vesiledir. Hidayet
Allah’tandır.(7) Müridin şeyhine kalbini bağlaması, onda fâni olması,
tasavvufî ifadesiyle fena fiş-şeyh; fena fir-resul ve fena-fillaha
vasıta olmalıdır.(8) Yani mürid, şeyhinde fani olmak halinden
Resulullah’ta fani olmaya yükselmeli, o makamdan da Allah’ta fani olma
derecesine çıkmalıdır.
İlim ehli insanlardan istifade, irfan sahibi mürşitlerden ise, istifaza
edilir, feyz alınır. Kâmil mürşitlerin huzurunda duyulan huzur, bir feyz
tecellisinden ibarettir. “Onların nefesi, gayb âleminin baharındandır.
Onun tesiriyle, gönülde ve canda yeşillik ve tazelik husule gelir.”(9)
Bir üstada merbutiyet, bir şeyhe bağlılık güzel olmakla beraber, bu
bağlılık insanı, “şeyhim beni kurtarır” şeklinde bir tembelliğe sevk
etmemelidir. Nitekim, peygamber hanımı olmak, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un
hanımlarına yetmemiş(Tahrim, 66/10), peygamber oğlu olmak Nuh’un
oğullarından birisi için fayda sağlamamıştır.(Hud, 11/45-46). Cenab-ı
Hak, Nuh’un oğlu için, “O senin ehlinden değil.” demektedir. Şüphesiz
bu, neseb itibariyle değil, inanç yönündendir.
Hz. Peygamber (asm)’in, kızı Fatıma’ya,
“Ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni kurtaramam!”(10)
şeklindeki hatırlatması, cidden anlamlıdır.
Beyazid-i Bistami, “Kürkünüzden bir parça verseniz de teberrüken
üzerimde taşısam.” diyen müridine şöyle der: “Evladım, sen adam
olmazsan, değil Bayezid’in kürkü, belki derisini yüzüp de içerisine
girsen, yine fayda etmez.”
Verilen bu örnekler, şefaati reddetmek anlamında değildir.
Peygamberlerin, kâmil mürşitlerin elbette şefaati olacaktır. Fakat buna
layık olabilmek için, belli bir amel ve ihlas seviyesini yakalamak
lazımdır.(11)
Tarikat, insanı Allah´a (cc) yaklastiran bir yoldur insan zahiri ilimler
de bir üstada nasil ihtıyac duyarsa yani bir üstada ihtiyaci varsa,
nefs terbiyesinde de mutlaka bir üstada ihtiyac vardir
Dolayisiyle nefisle mücadele nasil yapilir ? Ne yapmak gerekir ? Nasıl terbiye edilir ? insan bunu bilmez
Mursid insana ödev verir ve ne yapmak gerektigini söyler Yani reçete
yazar, kişi o reçeteyi uygularsa nefisle mücadele de başarılı olur
Recete uygulamadığı bir fayda göremez … Tabi ki Mursit önce ona zikir
veya nefsini kiracak vazifeler verir O ölcülü yapilan zikir ve
görevlerin , mutlaka faydasi olur .
Mürşid-i Kamiller Allah’in yeryüzündeki eminidirler. Onlarla beraberlikte çok hayir ve bereket vardir.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadiklarla beraber olun. (Tövbe/119)
Kâmil mürşitler kalpleri huzuru ilahide aşk gibi kâmilliğe ulaşmış
Rabbul alemin tarafından da kalpleri meleklerin ziyaretine arz olunmuş
Allah (cc) dost larıdır Nitekim Rabbimiz Davud (as) a şöyle vah
yetmişti:
Ya Davut daha hangi zamana kadar Cenneti zikredip bana iştiyak isteme yeceksin?
Davut(as) dedi ki:
”Yâ Rab Sana iştiyak duyanlar kimlerdir?”
Rabbimiz buyurdu ki:
Bana iştiyak duyanlar;O kimselerdir ki ben onları her türlü
bulanıklıktan arındırdım,Onlara sakınacakları şeyleri tembih
ettim,kalplerinden bana bakacakları bir gedik açtım
(Halk içinde Hakkı seyrederken,baş gözüyle halka bakarken kalp gözüyle beni seyrederler)
ve ben onların kalplerini elimde taşır semama koyarım.Sonra en seçkin me
leklerimi çağırırım Meleklerim toplan dıkları zaman bana secde ederler
Ben de derim ki:
Ey meleklerim ben sizi bana secde etmeniz için çağırmadım fakat size
bana müstak olan kullarımın kalbini arz etmek sizleri çağırdım ve size
onlarla övünürüm Şüphesiz ki onların kalpleri meleklerimin bulunduğu
semamı aydınlatır.Aynı güneşin arzı aydınlattığı gibi
Ey Davud!
Şüphesiz ki ben iştiyak ehlinin kalplerini Rızamdan yarattım,
Zâtımın nuruyla onları nimetlendirdim, Kendim için konuştuğum kimseler eyledim,
Onların Bedenlerini yeryüzünde nazargâhım kıldım,
Kalplerinden bana bakacakları bir yol açtım ve onların bana olan iştiyakı her gün artar.”
Davud (as) dedi ki:
Yâ Rabbi senin katında böyle bir dereceye, nasıl nail oldular?
Rabbimiz buyurdu ki :
“Hüsnü zann ile dünya ve dünyalıklar dan el çekmek ile Benim için
halvetlerle müracat ve yakarışlarıyla ;(şunu bilki Ya Davud) bu öyle bir
derecedir ki bu dereceye ancak dünya ve ehlinden yüz çeviren
ulaşır.Dünya dan hiçbir şey hatırından geçirmeyen ulaşır,kalbini benim
için her şeyden boşaltan ve beni yarattıklarımından fazla tercih eden
ulaşır İşte o zaman ben ona rahmet eder,nefsini(mâsivadan) boşaltırım,
Benimle onun arasındaki perdeleri açarım,
Her an ona ikramımı gösteririm ve onu zâtımın nuruna yaklaştırırım…
İzzetim ve celâlime and olsun ki Ya Davud ! onları Firdevsi âlaya yerleş
tiririm taki onlar razı olunca ya kadar benim nazarımla gönülklerini
cilalan dırırım rıza ötesi de onlar için vardır.”
“Mürşidi kamiller köklü dallar gibidir Ayetteki ifadeyle sen dağları
sabit duruyor görüyorsun o bulut gibi hareket ettiği halde onlar cisim
olarak köklü dağlar gibi sabit görünürler ama kalben bir anda ne
alemlerde dolaşırlar”
“Mürşidi kamiller ilahi fuyuzat kapları dır kalpleri kuran kabı tecelli
kabı olmuş mürşidler arzda aşk menbağı marifet havzıdırlar.doyasıya ,
kanasıya marifet havzına dalan mürid aşka muhabbete ve hakikate doyar,
yüzü bu nur ile parlamaya başlar.Teslimiyet,Rıza ve hizmet meyveleri
vermeye başlar”
“Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatırlar”
(İbn Mace, 4119; İbn Ebi’d-Dünya, K Evliya, 48)
Kamil Mürşid dünya ile ahiret arasında bir köprüdür. Dünyadan ahirete
geçmek isteyen insanlar, o köprüden geçmedik çe ilahi rızayı elde
edemezler. Her devir de rahmete vesile olan Allah dostları bu lunur. Her
devirde Allah için sevilmeye layık, canını ve malını Allah yoluna ada
mış öyle kâmil veliler bulunur ki, onlar ilahi aşk için bir merkez
durumunda dırlar. Onlar Allah’ın boyası ile boyan mıştır. Allah dostları
yeryüzünde Allahu Teala’nın en canlı şahididir.Vücuttaki organların
yaptığından kalp sorumlu tutulur, o muhatap alınır. Günahlardan
temizlendiği zaman kalp Allah’a yakla şır. Gerçekte itaat eden kalptir.
Organ ların yaptığı ibadetler onun nurudur, kötülüklerde onun eseridir.
Bardağın içinde ne varsa o görünür.Kalbinin hallerini bilmeyen, nefsinin
hallerini de bilemez. Kalbin sıfatlarını bilmek Allah vergisi bir
ilimdir. Onu da Mürşid-i Kamiller bilir.Kalbimizden geçirdik lerimizi ve
yaptığımız amellerin durumu nu iyi anlamalıyız. Yoksa ameller boşa
gider, haberimiz olmaz, nefsimiz konu şur, biz melek konuştu sanırız. Bu
yüz den nefsin ve şeytanın ne dediğini anla mak için bir Mürşid
terbiyesi şarttır.
Namazın nasıl kılınacağını öğrenmek fıkıh ilminin konusudur. Namaz
kılarken kalbimizi şeytan ve nefsin meşgul etme sinden kurtarmak içinde
tasavvufu bilmek lazım bir mürşide bağlanmak lazım.
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur Onlar
üzülmeyeceklerdir Onlar, iman edip takvaya ermiş olanlardır Dünya
hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler vardır Allah’ın sözlerinde
asla değişme yoktur Bu en büyük mutluluğun ta kendisidir”
(Yunus; 62-64)
Ameller ihlâs ile yapılmazsa Allahu Teala kabul etmez. İşte tasavvufi
hayat ihlâsı elde etmek için lazımdır. Mürşid onun için müritlerine
ilahi muhabbeti tahsil etme yollarını öğretir.Nakşibendî yolunu
büyüklerinden
Şeyh Abdulhalıkı Gucdevani Hazretleri:
“Ben kırk yıldır bir serçenin su içtiği zaman kadar bile Allahu Teala’dan gafil kalmadım”
demiştir.
İşte Mürşid müride bu hali yaşamayı öğretir.Münker ve nekir kabirde
geldiği zaman insanın ağzının kokusunu kok lar.İnsanın ağzından maksat
amelleri dir. Çünkü ağzı insanın aynasıdır. Münker ve Nekir geldiği
zaman insana Rabbini, Kitabını, Peygamberini, kıble sini sorar. İnsanın
malı, evladı rütbesi ona Rab olduysa bu durumda Rabbim Allah
diyemez.Bunlara cevap verebil memiz için ilahi hükme âşık olup, bu
hükümleri gereği yapamasak da en azından yapmak için gayret sarf etme
miz lazım. Bunun için gözyaşı gerekir, yüreğin yanması lazımdır. Yanan
yer dil değil ağız olacak, ağzın kokusunun kalpteki iman nurundan
gelmesi lazım. Yürek “Allah… Allah… Allah” derse, insa nın zikri ne ise
fikri de o olur. Bunun da ancak Kamil Mürşide bağlanarak yapa biliriz.
Çünkü Mürşidi Kâmilin vazifesi kalpleri Allahu Teala’ya döndürmektir.
Mürşidi Kâmiller Allahu Teala’nın izni ile pek yüce işlerle
görevlendirilmişler dir. İnsanları Allah’a ulaştırırlar, ilimleri
sayesinde insanların benlik duygularını kırarlar. Bütün vücut
ülkelerinde tek yaratıcı Allahu Teala’nın hükmünü hâkim hale getirirler,
nefisleri terbiye ederler. Bu terbiye sayesinde gözler hikmetle bakar,
dil sadakat ile konuşur, mide helal rızk arar, ayaklar eller helal
istekler için çalışır.Mürşid olmazsa, biz vücudumuzu ıslah edemeyiz.
Nefsimizi padişah eder, onu aziz tutarız. Mürşid vücudun zulmetini,
kötülüklerini ortaya çıkarır. Bizi bize anlatır, hayır ve şer olanı
tanıtır.İnsan ilmi konuları bilse de yapamaz, nefis engel olur. Eğer
Mürşid terbiyesine razı olunursa o zaman nefis bunları kabullenecek
seviyeye gelir. Nefis mecbur kalır, kalpteki imana itaat eder. Mürşid de
buna vesile olmuş olur. Mürşidi Kamil insana zulüm etmez ,insanın
nefsine zulüm ettirir ki o nefis sahibi şifa bulsun. Gönül âleminde nice
sırlara sahip olsun. Nefsini ıslah edeme yenler zelil olmuştur.Nefis
yaradılış gereği kolay olana talip olur. Sıkışmaya daralmaya asla
tahammül etmez. Şeytan ise aklı bu yönde kullanır. İnsanı kalbin
hastalıkları ile baş başa bırakır. Mürşidi Kamil hasta kalbe şifa olacak
ilacı bilir. Onun ilmini almıştır. Bunun içinde müridine bu ilmi telkin
eder. Her müridin hastalığı bellidir, şifası vardır. Ruh
yaradılışındaki kemalata varamaz sa nefsin esiri olur. Nefis vücuda
hâkim ise ruhun muhabbetini dünya sevgisine çevirir. İnsan da mal
biriktirme sevgisi, makam, rütbe sevgisi olur.Eğer insan Kamil bir
Mürşidin sayesinde nefsin esaretinden kurtulursa kendisinde Allah’ın
muhabbeti çok olur. Ruh asıl vazifesine başlayınca arifler meclisi
insana tatlı gelir. O zaman insanın mürşidini göresi gelir, ellerine
sarılıp öpesi gelir, evlerine girip durası gelir, gönüllerine girip
yatası gelir.Mürşid müridi kötülük ve kirlerden temizlemek üzere terbiye
eder.Böylelikle kulun kalbi nurlanır. Tevhit anlayışının güzelliği
ortaya çıkar. Bunun ardından basiret gözü açılır. Allahu Teala’nın –
Celal- nurları ona görünür. İlahi huzura git mek için can atar. Kul
böylece Rabbini sevmiş olur. Bu sevme Mürşidi Kâmilin verdiği terbiye
sonucudur. Bu ilimle kalp aynası parladığı için müride dünya nın
çirkinliği görünür, ahiret ise bütün güzelliği ile ortaya çıkar. Buda
Mürşid elinde terbiye görmenin neticesidir.
Mevlana Celaddin-i Rumi Hazretleri anlatıyor:
Akıllı bir zat ata binmiş gidiyordu. Yol üzerinde uyumakta olan bir adam
gördü.Bu adamın ağzına doğru küçük bir yılanın girmekte olduğunu gördü.
Yılanı ürkütüp kaçırtayım diye atını sürdü ama yetişemedi ve yılan
adamın ağzından içeri girdi. Atlı yapılacak tek şeyin adama hiçbir şey
söylemeden yılanı çıkarmak olduğunu düşündü. Atını ileriye sürdü
uyumakta olan adama kamçısı ile öyle bir vurdu ki adamcağız uyanır
uyanmaz ne olduğunu anlayamadan kaçmaya başladı.Elma ağacının altına
doğru koşmaya başladı atlı hem vuruyor hem de çürük elma yediriyordu
adamda içten içe söyleniyordu. Atlı gece vaktine kadar adamı koşturdu.
Sonunda adam yorgun düştü. Midesi çalkalana çalkalana yediği elmalar
adeta şurup haline geldi ve kustu. Kapkara yılanda hortum gibi
midesinden çıktı. İşte her birimiz ejderhaya benzer yılan yutmu şuz. O
da nefsimiz. İnsanlara karşı sert davranmamız, işlerimizde inatçı oluşu
muz, başkalarına yaptığımız zulüm, öfke ve kinimiz işte bu yüzden.
Nefsimi zin bize hâkim olmaması ve onu çıkar mak için ekşi ve çürük
elmayı bize yedi rip, bizi koşturacak, yoracak bir mürşid’ e ihtiyacımız
var.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)Efendimizi görmek istersek, bizi o
nura ulaştıracak sebeplere göz dikme miz gerekir. Mürşidi Kamil Allahu
Teala’nın bir askeridir. Üzerlerinde Allahu Teala’nın vakar ve heybeti
var dır.Son olarak şunları diyebilriz, tasavvuf terbiyesini Allah’ın
sevgisinin ekilip biçildiği bir tarlaya benzetebiliriz. Mürşid de bu
tarlaya sevgi eker, korku biçer. Ahiret yolculuğu meşakkatli oldu ğu
için yol gösterecek bir ışığa, kılavuza ihtiyaç vardır. Bu dünyada
kulluk vasıta sına binip Allahu Teala’ya kavuşurken nebiler, veliler,
âlimler hep kılavuzdur. Kılavuzu sağlam seçmek lazımdır.
İmam-ı Gazali,Yunus Emre Hz.leri,Şeyhi Olmayanin Şeyhi şeytandir diye buyuruyor.
Imam-i Azam Ebu Hanife Hazretleri, Bu mübarek, Cafer-i Sadik Hz.lerine
intisap etmis ve su sözleri söylemistir: “Ömrümün son iki senesinde,
Cafer-i Sadik Hazretlerine intisap etmeseydim, hüsrandaydim.”
buyurmustur.
Yine büyük Âlim ve Müfessir olan Imam Şarani Hz.leri de Ümmi bir zât
olan Ali Havas (ks) Hz.lerine intisap etmistir. Hem Mezhep imamlarimiz
da, hem de diger büyük ilim sahibi imamlarimizda da tarikat’a suluk
edenler çoktur. Çünkü Tarikat Şeriat’tan ayri bir sey degildir.
Beraberlerdir.
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur Bana isyan eden de Allah’a
isyan etmiş olur Benim emirime (dini işlerinizi yürüten imamınıza) itaat
eden bana itaat etmiş olur Ona isyan eden de bana isyan etmiş olur”
(Buharî, Nesaî)
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan
bağışlanmayı dileseler, Rasul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı
ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı.Şu halde Rasulullah
(s.a.v) Efendimizin vârisi ve ümmetinin terbiyecisi olan kamil
mürşitler, ümmetle yaptıkları tövbe ve istiğfarda Efendimizin (s.a.v)
ayette anlatılan sıfatını temsil etmiş oluyorlar. Kulların Allahu
Teala’ya yönelişlerine şahitlik yapıyorlar. Onlarla birlikte Yüce
Allah’a tövbe ve istiğfar ediyorlar. Birlikte tövbe yapan müminin
tövbesinin kabûlü için de ayrıca Allah’a yalvarıyorlar. Zira kamil
mürşitler naz makamında niyaz eden salih kullardır. Onlarla birlikte
yapılan tövbeler, onların nezaretinde icra edilen zikirler ve onla rın
tavsiyesi doğrultusunda yapılan hiz metler Allah katında en verimli, en
sevimli, en temiz ameller olarak kabul görür. Yeter ki insan, bu makamın
mün kiri olmasın ve o huzurda edep dışı dav ranmasın.
“Ey iman edenler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.”880
ayetinden, topluca tövbe yapmanın daha makbul olduğunu anlıyoruz.
Bir Fatih Sultan Mehmet’in Akşemset tin hazretleri olmasından tutunda
Osman Beyin Şeyh Edebali hazretleri olmasına kadar her dönem Padişah
larında terbiyecisi ve yön vereni şeyh lerdi…
Mevlana(ks)…
AbdulKadir Geylani(ks)…
İmam-ı Rabbani(ks)…
Muhyiddin Arabi(ks)…vs
Tarihte gelmiş geçmiş ıslah edici Mürşitlerdendi.
Niceleri gittiler mürşid arayı
Arayanlar buldu derde devayı,
Yüzbin okurısan akdan kareyi
Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz.
Kadılar müftüler cümle geldiler
Kitapların hep bir araya yığdılar.
Sen bu ilmi kimden aldın dediler
Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz
Bunları sade şiir gözüyle görmemek lâzım. Ayetlerin lisanından konuşur Hak şairinin şiirleri. Yukarıdaki şiir,
“Li küllin cealnâ minkum şir’aten ve minhâcâ” (Maide, 48)
yani
“Her biriniz için bir şeriat ve münevver bir yol tayin ettik ”
ayet-i celilesini tefsir ediyor adeta.
KUR’AN VE HADİSTE MÜRŞİTLERİN SIFATLARI
Kamil mürşitler, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve bu hali korumak
için sadık kullarımla beraber olun” (Tevbe, 1ı9) ayetiyle tarif edilen
sadıklardır. Onlar, hak yolda rehberlik yaparlar; kalbleri Allah’a
bağlarlar, zayıflamış imanı tazeler, sönmüş sevgiyi canlandırırlar. Bir
ömür boyu dini yaşayarak ihya ederler. Onlara müceddit denir. Gerçek
müceddit, her şeyini Yüce Allah’a kurban etmiştir, O’nun boyası ile
boyanmıştır. Sözü ve fiili ile Yüce Allah’ın şahididir. Kur’an’da bu
kimseye “mukarrabun” makamı tahsis edilmiştir. Onun takvada en önde
olduğu belirtilmiştir. (Vakıa, 11-12) Bu makamdaki kimsenin diğer
insanlardan en önemli farkı, içi ve dışıyla Allah adamı olması ve gönlü
yanık sadıklara ilahi aşkı tattırmasıdır.
İlahi aşkı ve ahlakı ayakta tutan bu rabbani alimlerin “ülü’l
emir”olduğu bildirilmiştir. Diğer müminlerden de onlara itaat edilmesi
istenmiştir. (Nisa 59) Ülü’l-emir; işi üstlenen ve yürüten kimse
demektir. Yürütülecek ve görülecek iş, Allah’ın işidir. Bu da bütünüyle
dindir. Şu halde ülü’l-emir, Allah’ın işini gören, emrini yerine
getiren, hizmetini yürüten, dini ihya eden, kulları hakka sevk eden
kimsedir.
Kur’an’da Allah’a aşık olanlara “ricalullah” denir. Ricalullah, Allah
adamı/Allah dostu demektir. Allah adamının en önemli işi zikir, fikir,
şükür, hizmet, haya ve ahde vefadır. (Nur, 37; Ahzap, 23) Kur’an takvada
önde gidenleri pek çok farklı sıfatlarla tanıtmıştır. Sadık, sıddık,
muhsin, muttaki, evliyaullah, ebrar gibi sıfatlar, onların ismi gibi
zikredilmektedir.
İşte bu sıfatlara sahip olan kimseye gerçek peygamber varisi denir.
Onlar, Hz Muhammed (s.a.v) Efendimizle insanlığa sunulan ilahi sevgiye,
rahmete, ilme ve edebe varistirler. Rasulullah (s.a.v) bu varislerinin
Allah katındaki kıymetini ve diğer insanlardan farkını şöyle
belirtmiştir:
“Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, benim sizden en
düşük seviyedeki kimseye üstünlüğüm gibidir.” Diğer rivayette, bu
fazilet şu kıyaslama ile ortaya konmuştur.
“Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.” (Tirmizi, İlim, 19)
Evet, gece gündüz ilahi emaneti taşıyan ve Yüce Hakk’ın rızası için
yaşayan kamil mürşitler, taşıdıkları bu ağır yükün kıymeti kadar
değerlidirler. Allahu Teala onlara yüklediği yük kadar manevî destek,
kuvvet, feyiz, nur ve tasarruf yetkisi vermiştir. Onlar, bütün
benlikleri ile gerçek zikri çekmektedirler. Yer yüzünde Allah Allah
diyen salihler bulunduğu sürece kıyamet kopmayacaktır. Onlar ilahi zikir
ve edeple hem insanları, hem de yeryüzünü harap olmaktan
kurtarmaktadırlar. Bunun için bütün alem onlara minnet borçludur. Gafil
insanlar, bu gerçeğe gözünü kapasa da, yerdeki ve gökteki diğer
varlıklar bunun farkındadır. Rasulullah (s.a.v) efendimizin belirttiği
gibi, Allahu Teala sevdiği bir kulunu yerdeki ve gökteki varlıklara
tanıtmaktadır. (Buhari, Edeb, 41; Müslim, Birr, 48; Malik, Şear, 15;
İbnu Hıbban, Sahih, I, 291) Onun için gökteki melekler, yerdeki
varlıklar, sudaki balıklar, yuvasındaki karıncalar kendi dillerince dua
ve istiğfar etmektedirler. (Ebu Davud, İlim, 1; Tirmizi, İlim, 19) Bu,
onların Allah dostlarına karşı bir sevgisi ve teşekkürüdür. Acaba
bizler, Yüce Allah’ın huzurda bütün insanlığı temsil eden, çoklarının
kaçtığı zikri çeken, ibadeti yerine getiren, gafiller adına ağlayan ve
yalvaran bu yüksek şahsiyetlere niçin bir teşekkür edemiyoruz.
Salih kullar, rabbani alimler, ahirette şefaat etme şerefine
sahiptirler. Onların farkı, dünyada olduğu gibi ahirette de
görülecektir. Onları Allah için sevenlerin hediyesi Allah’ın dostluğu,
rahmeti ve cennetidir. Yüce Rabbimiz mahşerde şöyle buyuracaktır: “Benim
rızam için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu
günde onları kendi rahmet gölgemde gölgelendireceğim.” (Müslim, Birr,
12)
MÜRŞİDİ TANIMANIN EN KESTİRME YOLU
Allah aşkını hedefe alan tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Bir şeyi
tatmak için ele almak, dile koymak ve en azından damağa dokundurmak
şarttır. Bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini okumakla tadı
anlaşılmaz. Manevî halleri tatmak ona ulaşmakla olur. Ulaşmak,
yanaşmakla başlar. Yanaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin
cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edepsiz olursa, onun iyidir
diye yaptıkları bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil, bildiğini
zanneden fakat gerçekte bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan
daha karlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok
hayır vardır; fakat, içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır
yoktur. Aksine, zarar çoktur.
Kamil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri,
hizmeti, ibadeti, sevgiyi bir derece paylaşmak gerekir. Mürşide teslim
olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu hakkıyla tanıyamaz. Tanımayan
sevmez. Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar
hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de yerseler de haksızlık etmiş
olurlar. İkisi de hakkını yer. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkara,
metheden kimse ifrata düşer. İnkar zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de
haramdır.
ÖLÇÜSÜZ SEVGİNİN SONU
Müridin işi, mürşidinin hangi makamda olduğunu bilmek değildir. Mürşide
makamı mürit değil Allah verir. Kime ne vereceğini O bilir. Sevgi ve
sözünde haddi aşanlar, yüceltmek istedikleri kimseye iltifat edeyim
derken ihanet ederler. Hiç kimseye velilerin derecelerini bilmek vazife
değildir. Veliyi sevmek, yolunca gitmektir. Sevgi idda değil, ispat
ister. Bir velinin büyük bir kutup olması, kendisine inanmayan veya
uymayan kimseyi kurtarmaz. Mürşit, kendisine methiyeler yazılmasını
değil, Allah için uyulmasını ister. Hz Peygamber’in (s.a.v) şu ikazları
herkesi uyarmak ve dengede tutmak için yeterlidir:
“Hrıstiyanların Meryem oğlu İsa’yı batıl yere methettikleri ve ilah
derecesine yükselttikleri gibi beni yükseltmeye kalkmayın. Ben ancak bir
kulum. Bana ‘Allah’ın kulu ve rasülü’ deyin.” (Buhari, Enbiya, 48;
Darimi, Rikak, 68; Ahmed, Müsned, I, 23)
“Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit
şeylere sevketmesin. Ben, Abdullahın oğlu Muhammed ve Allah’ın
Rasulüyüm. Vallahi, sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe
çıkarmanızı sevmem.” (Ahmed, Müsned, III, 241; Nesai, K. Ameli’-Yevmi
ve’l-leyle, 73)
ONLARI BİR DE KENDİLERİNDEN DİNLEYELİM
Büyük veli Hakim et-Tirmizi (k.s), irşatla görevli Allah dostlarının çok
özel hallerinden bazılarını şöyle anlatmıştır: “Ehlullahın bir kısmı,
en yüksek velayet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allahu Teala’nın
kendisini özel dostluğuna seçtiği ve bu yolda kullandığı bir kuldur. O
devamlı Allah ile beraberdir; Onun himeyesinde hareket eder. Allah ile
konuşur, Allah ile görür, Allah ile alır, Allah ile verir. Allahu Teala
onunla yeryüzünde kullarını terbiye eder. Onun nazarı ile ölü kalpleri
diriltir, onu vesile ederek halkı kendi yoluna çevirir. Onunla ilahi
ahlakı ve adaleti ayakta tutar. Bu kimse devamlı Yüce Rabbini sena ve
yüceltmekle meşgul olur. Rasulullah (s.a.v) onunla Allah’ın huzurunda
övünür, sevinir. Allah onu nefsini görmekten ve kendisine güvenmekten
korur. Bu haliyle onun sözü kalpleri Allah’a bağlar. Görülmesi nefislere
şifa verir. Onun bir insana teveccühü ve yakınlığı kötü huyları
temizler. O herkese fayda veren bir rahmet bulutudur. Hak ile batılın
arasını ayırteder. O sıddıktır, hak adamıdır. Allah’ın has dostudur,
ariftir. İlhama mazhardır. Yer yüzünde Allah’ın tekten denebilecek bir
dostudur.” (Hakim Et-Tirmizi, Nevadiru’l-Usul, I, 339) Böyle bir insana
kimin ihtiyacı yoktur?
KAMİL MÜRŞİDİN DİĞER İNSANLARDAN FARKI NEDİR?
Bazı insanlar, ıslah ve irşat olmak için bir mürşide gidenlere, şu tenkitleri yöneltiyorlar:
“Kitap ve sünnetten başka yol mu arıyorsunuz?. Tövbeyi caminizde, zikri
evinizde yapsanız ya. Allah ile aranıza niçin birilerini sokuyorsunuz.
Gittiğiniz kimsenin Allah’ın dostu ve mürşit olduğu nereden belli. Hem
iman eden herkes Allah’ın dostudur. Niçin mürşit diye bazı insanları
yüceltiyor ve kendinizi onlara muhtaç hissediyorsunuz? Onlar da bizim
gibi bir insan değil mi? Onların bizden farkı nedir? Oturun oturduğunuz
yerde!”
Bu tür sorular, her devirde sorulmuştur. “O da bizim gibi bir insandır”
kıyaslaması önce peygamberlere yapılmıştır. Peşinden, “ne farkımız var
ki?” değerlendirmesi gelmiştir; arkasından “bizim gibi bir insana
uymayız!” hükmü verilmiştir.
Önce şunu belirtelim ki, iman edenler birbirinden farklı oldukları gibi,
inkar edenler de bir seviyede değillerdir. Allahu Teala insanlar
arasında seçme yapmıştır. Bazı kullarını peygamberlik ile
şereflendirmiştir. Bazı kullarını ilim, güzel anlayış, ince kavrayış ve
isabetli hüküm verme nimetleri ile süslemiştir. Bazı kullarına mülk,
bazı kullarına saltanat vermiştir. Bazı kullarını özel dostluğu için
seçmiştir. Bütün bunlar olmuştur; tercih ve taksim Yüce Mevla’ya aittir.
Allahu Teala, peygamberlerine bile farklı dereceler verdiğini, bazısını
diğerlerinden üstün kıldığını belirtmiştir. (İsra 55) İlahi huzurda
bütün insanlığın temsilcisi, peygamberlerin imamı, Makam-ı Mahmud’un
sahibi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizdir. Bilindiği gibi, peygamber
olmak için kulun hiçbir etkisi, tercihi ve tasarrufu yoktur. Ancak,
velayet ve irşat mesleğinde Allahu Teala’nın tercihi yanında, kulun
gayret ve amelenin bir etkisi, değeri, yeri ve gereği vardır. Yani,
Allahu Teala’ya dost olma yolu herkese açıktır. Herkes kamil mürşit
olamaz, fakat Yüce Mevla’ya dostluktan bir nasibi olabilir.
ÖNE GEÇMENİN ÖLÇÜSÜ
Velayette ilk nokta imandır. Yüce Allah’a ve O’nun gönderdiklerine iman
eden herkes Allah’ın dostluğu için ilk adımı atmış olur. Bu adımda her
mümin ortaktır. Yani, her mümin velidir. Ancak bu, veliliğin ilk
merhalesidir. Ariflerin belirttiği gibi, iman dairesine girdikten sonra,
sonsuz velayet dereceleri, farklı kulluk makamları, birbirinden güzel
manevî haller, bitmez tükenmez ilahi zevkler ve ilimler mevcuttur.
Herkesin Allah katındaki derecesi, değeri ve fazileti değişiktir. Her
mümin sahip olduğu ilim, amel, yakin, teslimiyet, marifet, muhabbet,
ibadet, hizmet, edeb ve takva ölçüsünde Yüce Allah’a sevilir; On’a
yakınlık kazanır, ilahi huzurda kabul görür, makam sahibi olur. Maddi
rızıklar gibi, manevî rızıklar da farklıdır. Allahu Teala dilediği
kullarına bol ikram ve ihsanlarda bulunur. Bir kuluna vermediğini,
diğerine verir. Bu ilahi tercihi şu ayetlerden anlıyoruz:
“Baksana biz, insanların bir kısmını diğerine nasıl üstün kılmışızdır.
Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük bakımından daha hayırlıdır.”
(İsra, 20)
“Herkes için yapmış olduğu amellerden dolayı farklı dereceler vardır.” (Ahkaf, 19)
“Allah sizden iman edenleri yükseltir. Kendilerine ilim verilmiş
olanları ise, dereceler ile yükseltir. Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.” (Mücadele, 11)
Büyük veli Seyyid Abdulkadir Geylani (k.s): “Velayet halktan değil,
Cenab-ı Haktan gelir; veliliği kullar değil, Yüce Allah verir.” Diyerek,
bu işte seçimin Yüce Mevla’ya ait olduğunu belirtmiştir.
Görülüyor ki, müminler içinde ilim, marifet ve takva sahipleri diğer
müminlerden ileridedir. Alim deyince malumat sahibi değil, marifet
sahibi akla gelir. Marifet, Yüce Mevla’yı tanımaktır. Marifetin sonucu
edep ve ilahi aşktır. “Kulları içinde Allah’tan ancak alim olanlar
korkar.” (Fatır, 28) ayeti, alimde bulunması gereken en önemli sıfatın
edep olduğunu ortaya koymaktadır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?” (Zümer, 9) Ayetiyle diğer insanlardan farklı tutulan alimler, adi
dünyaya değil, Yüce Mevla’ya gönül veren ilim ehlidir. Arifler, diğer
müminlerle imanda ortaktırlar, fakat ilim, edep ve ilahi aşkta apayrı
bir hale ve dereceye sahiptirler. Gerçek alim, ariftir; işi hakkı
tariftir. Kamil mürşit, yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Gönlünü Allah’a
veren alime, Rabbani alim denir. Kamil mürşit, Rabbani alimdir. O,
Allahu Teala tarafından seçilmiş ve sevilmiş bir kuldur.
ALAMETİ AÇIK VELİLER
Kimin veli olduğunu Allahu Teala bilir. Çünkü veliliğin diplomasını
Allah verir. Ancak, bazı veliler irşatla görevli olduklarından, onlar
bellidir. Veli olduklarını, kendileri de bilir, halk da görür.
Bazı müminler, Yüce Allah’ı sever. Bunlara “muhip” denir. Bazı müminleri
ise Yüce Allah sever, onlara “mahbub” denir. Mahbub, Allah’ın
sevgilisi demektir. Allah (c.c), sevdiklerinin gönlünü kendisine çekmiş,
onu özel terbiye ile terbiye etmiş, kendisini nurları ile süslemiş,
rahmetiyle desteklemiştir. Mahbub kulları bütün melekler tanır; sever ve
desteklerler. Allahu Teala, Kur’an’da müjdelediği gibi (Meryem, 96),
salih kullarının sevgisini gönüllere yerleştirir; onları insanlara
sevdirir. Bu onların edep ve ilahi aşkına karşılık verilmiş bir
hediyedir, açık bir keramettir.
Mahbub olan zatların bir kısmı, insanları irşatla görevlendirilir;
kendisine hak yolunda imamlık görevi verilir. İcra ettikleri vazife,
onların Allah’ın dostu olduğunu gün gibi ortaya koyar. Onlar dilleriyle
değil, halleriyle kamil veli olduklarını ispat ederler.
Arifler derler ki: Allah dostu kamil mürşitlerin diğer insanlardan en
önemli farkı, meclisine giren, yüzünü gören, sözünü işiten kimselere
Yüce Allah’ı hatırlatmaları ve kalplerini O’na bağlamalarıdır. Kamil
mürşitlerin bir diğer farkı, heybet ve cazibe sahibi olmalarıdır.
Kendilerini gören kimse ister istemez hallerinden etkilenir ve kalbi
onların tarafına çekilir.
PEYGAMBER VÂRİSİ MÜRŞİD-İ KÂMİLLER
İşte gerçek mürşid-i kâmiller de, peygamber vârisi olan örnek
şahsiyetlerdir. Nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin
zamanlara yayılmış zirveleridir. Yani onlar, Hazret-i
Peygamber -sallâllahu aleyhi ve sellem- ve ashâbını görme şerefinden
mahrum olanlar için, örnek alınacak “kâmil insan modelleri”dir. Onların,
rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasihatleri de, esâsen
nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.
Mürşid-i kâmillerin yaptıkları hizmet; peygamberlerin bu tezkiye
vazifesinin îfâsı ve devâm ettirilmesi gayretinden ibârettir. Bu yönüyle
tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde,
nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir. “Seyr u
sülûk” da, bu mânevî terbiye mektebine girerek insan-ı kâmil olma
yolunda mesâfe almaya gayret etmekten ibârettir.
SÜNNETE RİÂYET HASSÂSİYETİ
Gerçek mürşidlerin en mühim özelliği ve âdeta alâmet-i fârikası; Allah
Rasûlüʼne olan müstesnâ bağlılık ve itaatleridir. Onların en bâriz
vasfı, Kur’ân-ı Kerîmʼe ve onun fiilî bir tefsîri demek olan Rasûlullah
-sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Sünnet’lerine titizlikle
riâyet etmeleridir. Sevenlerini de aynı titizlik ve hassâsiyetle
yetiştirmeleridir.
Dolayısıyla, Sünnetʼe riâyet etmeyen veya bu hususta kusur, ihmal ve
tâvizleri bulunan birinin, kâmil bir mürşid olması imkânsızdır.
Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:
Büyük mürşid-i kâmillerden Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullahi aleyh- bir
gün, insanlar arasında velî diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için,
müridleriyle yola çıkmıştı. Ziyaretine gitmekte oldukları zât evinden
çıkıp mescide giderken kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd -rahmetullahi
aleyh-, o zâtın bu ham ve lâkayd hâlinden son derece mahzun oldu ve
selâm bile vermeden derhâl geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:
“–Bu zât, Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in
öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil!
Cenâb-ı Hakk’ın esrârı hususunda kendisine nasıl güvenilecek?!.”[1]
Ashâb-ı kirâm da dînî hususlarda bu nevî hassâsiyetleriyle kendilerinden
sonra gelen nesillere örnek olmuşlardır. Nitekim sahâbe-i kirâm,
bildikleri bir hadîs-i şerîfi te’yid ettirebilmek için, bir aylık yol
gidip pek çok meşakkatlere katlandıkları hâlde, mürâcaat edecekleri
râvîyi, atını boş bir yem torbasıyla kandırarak kendisine çağırdığını
gördükleri için, karakter zaafıyla mâlûl kabul etmiş ve hadîs almaya
ehil saymamışlardır.
“NAMAZI GÜZEL KILAN, DİĞER İŞLERİNİ DE GÜZEL YAPAR”
Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye de, bu İslâmî hassâsiyetin diğer bir misâlini şöyle anlatmıştır:
“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde,
önce onun namaz kılışına bakardık; eğer namazını güzel kılarsa; «O,
diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını kötü
kılarsa; «O, diğer işlerini de kötü yapar.» diyerek yanından kalkardık.”
(Dârimî, Mukaddime, 38/429)
İşte dînî ve mânevî hususlarda kendisine îtimâd edilecek kimselerde,
muhakkak Kurʼân ve Sünnetʼe ittibâ hassâsiyetini aramak gerekir. Zira
gönül feyzinin en büyük menbaı, hayatın her safhasında Kurʼân ve
Sünnetʼe titizlikle bağlılıktır.
SÜNNET-İ SENİYYE’YE MUHÂLİF HAREKET EDİLMEMELİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin şu tespiti ne kadar mânidardır:
“Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim.
(Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden
mahrum kaldım.”[2]
Yine İmâm-ı Rabbânî -rahmetullahi aleyh- bir gün talebelerinden birine:
“–Bizim bahçeden birkaç karanfil getir!” buyurmuştu. O da gidip altı
tâne karanfil getirdi. Hazret bunu görünce mahzun bir edâ ile şöyle
buyurdu:
“–Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in; «Allah tektir, teki
sever!» (Buhârî, Deavât, 68) hadîs-i şerîfine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki
buna dikkat etmek müstehabdır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar?
Müstehab, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği şeydir. Allah Teâlâ’nın sevdiği bir
amelin karşılığında bütün dünya ve âhiret verilse, yine de hiçbir şey
verilmemiş demektir.”[3]
Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Saîd bin Müseyyeb Hazretleri,
ikindiden sonra, fazla olarak iki rekât namaz kılan bir kişi gördü.
(Kerahat vakti nâfile namaz kılan bu zâtın yaptığından hoşlanmadı.)
Namaz kılan kişi ona:
“–Ey Ebû Muhammed! Allah Teâlâ, namaz kıldığım için bana azâb eder mi?!” diyerek, yaptığını savunmak istedi.
Saîd bin Müseyyeb Hazretleri de:
“–Hayır! Cenâb-ı Hak sana namaz kıldığın için değil, lâkin Sünnet-i
Seniyye’ye muhâlefet ettiğin için azâb eder!” buyurdu. (Dârimî,
Mukaddime, 39/442)
SÜNNET’E RİÂYET ETMEK VE BİD’AT
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de her hâlini Rasûlullah -sallâllahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyeʼsiyle mîzân ederdi. Efendimiz
-sallâllahu aleyhi ve sellem- onun için tam bir fiilî kıstas idi. Onun
mühim nasihatlerinden biri de şöyledir:
“Kim Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve zühd hayatını terk eder, cemaate devam
etmez, cenâzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu
iddiâ ederse, o ancak bid’atçidir.”[4]
Yani değil bir mürşid, herhangi bir mürîd bile, bu nevî sünnetlerden,
yani ferdî ve ictimâî kulluk vecîbelerden uzak kalıyorsa, onun
yaşayışının da tasavvufla bir alâkası yok demektir.
Teheccüd namazı ve seher vakitlerinin ihyâsı da mühim bir sünnettir.
Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz teheccüd namazını
uzun ve meşakkatli seferlerinde bile terk etmemiştir. Bu bakımdan
tasavvuf ehlinin teheccüd ve seherlere bîgâne kalması düşünülemez.
Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullahi aleyh-: